GÖZLE RAHMİ KİM KARIŞTIRABİLİR?  

Yazan by: İpek

Anatomik yapı gereği göz, insan bedeninin baş kısmında yer almaktadır. Rahimin yerini bilmeyen varsa ki varmış onu da elim değmişken yazıvereyim bari…

“ Rahim, karın boşluğunda yer alan ters armut şeklinde bir organdır.”

Katarakt ameliyatı için gittiği İzmir Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Hastanesi’nde rahmi alınan 55 yaşındaki kadının tedavisi hala sürmekteymiş. Savunma ise “Tipleri aynı olan kadınlar karıştırıldı.” denmiş. Hastane Başhekim Vekili de olayı doğrulayarak “derin” üzüntü içinde olduklarını, olayın sorumlularını açığa alındığını belirtmiş.

Aman ne olacak canım! Aldıkları gibi tekrar takarlar. Öyle değil mi? Hatta kadına, büyük bir iyilik bile yapmış oldular. Böylece rahim kanserine yakalanma riskini de ortadan kaldırmış oldular. Rahim dediğin nedir ki?

Bu bir erkeğin de başına gelebilirdi. Adam aynı hastalıktan yatıp testisleri alınabildi. “Her ameliyatta bir şifa vardır.” diye düşünmek gerek. Burada önemli olan, neden ameliyat olduğun değil, ameliyat olabildiğindir.

Dünkü yazımda “Annem bir yalancı!” demiştim. Bakın, eskiden yani benim annem gibileri genelde bebeklerin dereden, leylekler tarafından geldiğini söyleyip, bir yığın yalanlarla beynimizi doldururdu.

Bir insan kadın doğum uzmanı olabilir, hatta astronot da olabilir. Ancak annelerin söylediği sözler maalesef ki hiçbir zaman akıldan çıkmaz. Eleştirmeden önce o uzmanın küçüklüğüne inmemiz gerek… Annesi belki çocukların gözden doğduğunu söyleyip, bir bilinçaltı sorunu oluşturmuştur. Olamaz mı?

Valla, düşünmeyim diyorum ama inanın olmuyor! Bu adam veya kadın, “cinsi her neyse ne olan doktor” yıllardır ilişkiye ya gözden girmeye kalkıyorsa? Ulaaa… Yok, canım o kadar da değildir! Değildir dimi?

İnsanın “delikli kuruş” kadar değeri olmadığı ülkemde; ölümlerin, suikastların kol gezdiği bir dönemde rahim gitmiş inanın çok değil! Halkın hakkını her koşulda savunacak, sorumlulara bunun hesabını fitil fitil burnundan getirecek bir kurum varsa söyleyin? Yanlışlıkla omuru alınanı duymadık mı? Ne oldu? İşten mi attılar? Yoksa insan hayatına tehlikeye attığı için hapiste mi yatıyor? Yoksa milyonlarca liralık tazminat mı ödedi?

Ablacım, ben derim ki “yat kalk dua et” et ki diğer organların yerinde kalmış. Hatta git bir kontrol ettir. Allah sana uzun ömürler versin. Bunu söylerken “dua mı beddua mı?” ettim bilmiyorum ama böyle bir dünyada yaşamayı şayet istiyorsan dua niyetine al.

Bugünkü yazımı bu olaya “cuk” diye oturan bir sözle bitirmek istiyorum.

“Ben diyorum dağda diken var. Sen anlıyorsun “imdat!” beni si… var.

Anlayana…

ANNEM BİR YALANCI!  

Yazan by: İpek

“Bak sen bu işe! Annesine utanmadan da yalancı diyor. Bu da evlat olacak! Anan senin gibi bir kargayı doğuracağına keşke taş doğursaydı. Taş doğmadın ama taş olarak öleceksin…”

Gördüğünüz gibi paket halinde sunduğum beddualardan birini seçip bana söyleyebilirsiniz. Bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Hala sözümün arkasındayım. Hatta daha ileri de gidip, imzamı bile atarım.

Şimdi, “yeni mi fark ettin?” diye soracak olursanız; evet, ahan da şimdi fark ettim. Oldu mu? Yaşadığım çöküntü zaten bana yetip artıyor bir de “Kim ne düşünür?” diye kafamı yoramayacağım.

Yıllardır anneme, “Keşke boyum daha uzun olsaydı.” dediğimde sürekli aynı sözleri söyleyip beni daima yüreklendirdi. Neymiş efendim; “ Kavakta da boy varmış ama üzerine kargalar konarmış. Gülün boyu kısaymış ama üzerinde bülbüller şakırmış.”

İşte bu laflarla beni yıllarca kandırdı. Daima gül üzerinde bir bülbül arayıp durdum. Gördüm mü? Şimdiye kadar bir defa bile böyle bir şeye rastlamadım.

Dışarıda esen rüzgârla birlikte sallanan kavak ağacına gözüm birden takılıverdi. Öyle güzel salınıyordu ki, hayran olmamak elde değildi. Önünden geçen rüzgâra, asilce selam veriyordu sanki…

“Aman, ne asili! Annem üzerine kargalar konuyor dedi ya, daha ne düşünecem.” diye mırmırlanırken gözüm aşağıdaki güllere takıldı. Aman Allahım! O da ne? Olamaz böyle bir şey! Hani anne bülbül demiştin? Ben serçeye bile razıydım. Ama bunu asla kabul edemem.

O bahçede envayi çeşit güller vardı. Daha bir kere bile bülbüllerini görmediğim güllerin üzerinde çocuk donları görüyordum. Çok daha dikkatli bakınca her yaşa uygun don, sutyen ve pijama mevcuttu.

E be anne! Ben sana ne diyeyim? Yıllarca bülbül konacak diye beklerken, doncu dükkânına çevirdim hayallerimi…

Yıkıldım, yıllarca kandırıldım. Bu ilk olsa, “neyse” diyeceğim. Ama bu ne ilk nede son…
O yüzden kusuruma bakma ama valla sen çok yalancısın!

TUTUMLU OLMAM GEREK!  

Yazan by: İpek

Bir aydır dışarı çıkmamaya gayret ediyorum. Resmen kendimi “ev hapsine” mahkûm ettim. Evet, kendime kastım var. Evin içinde geberip gidecem. Öldüğümü kimseler fark etmeyecek. Ta ki çöp çıkarmadığıma sevinen kapıcı, “Yiiii… Bu çok bilmiş kaç gündür acep neden çöp çıkar mi ki?” diye şüphelenene kadar kurtlar saracak bedenimi… Allahtan her şeyi merak ediyor. Çöpüme varıncaya kadar karıştırıp; ne yediğimi, ne içtiğimi bir bir listeliyor.
Tabiî ki de ev hapsini kendime boşu boşuna vermedim. Her dışarı çıkmamda deli gibi harcama yapmamı engelleyebilmem için tek çarem buydu. Borç yapmamam gerekiyor. Çünkü araba alacağım. Araba için gerekli olan her şeyi almıştım. Cik cik öten cam süsünden tutun da parfüme varıncaya kadar tüm gereksizler hazırdı. Eh, geriye bir tek iskelet kalmıştı. O da birkaç gün sonra tamam olacak.
Eğer bir aksilik çıkar da planlarım suya düşerse vay halime! Bir aydır yaşadığım yalnızlık, sıkıntı ve kaşıntının beni delirteceği kesindir. Yok, valla yerim kafayı… İşte o zaman “hey benim, beyinsiz kafam! Sana da arabana da mıçsınlar.” diye, kendimi her gördüğümde söylenirim. Gül gibi tatilin bir ayını para harcamamak için tut sen evde geçir, sonra da araba alama! Oy, oy, oy…
Ya, şimdi nerden geldi aklıma böyle uğursuz bir düşünce? Alanlar sanki benden çok mu zengin? Eee.. Bu soruya cevap vermek istemiyorum. Valla cevap vermeyecem.
Offf!
Tamam,” Salak tabi ki de senden daha zenginler. Hatta sen, zengin bile değilsin. Öyle olsaydın bir ay evde kapalı kalmazdın.”
Neyse ki önümde bir ay daha var. Bu zamanı iyi değerlendirebilirim. Çünkü bir daha ki tatil için tam on ay beklemem gerekecek. Eğer çıkmazsam ya beni dört kolluyla ya da beyaz bir gömlekle çıkaracaklar.

ELEKTRİK ÜRETEN PERDE  

Yazan by: İpek

Amerikalı bilim adamları, özel bir kumaştan yaptıkları güneş perdeleri ile elektrik üretmeye başlamışlar.
Gündüz güneş ışınlarını toplayıp gece bize elektrik olarak sunan bu perdeler, gelecekte kullanılacakmış.
Bu bizim kullandığımız gün ısı diye bilinen güneş panelleri gibi fotovoltaik hücrelere sahipmiş. Yarı iletken bu maddeler, güneş ışığını tutarak bunu elektrik enerjisine çeviriyormuş.
Tabi perdeleri kullanabilmek için önce güneş gören bir eve sahip olmanız gerek. Daha sonra da bu perdeleri alabilecek paraya…
Artık kendi elektriğinizi perdeleriniz üretmeye başlayacak. Hatta komşunuzda elektrik bitince “Komşu, habersiz misafirim geldi! Bizde de çok az elektrik kaldı. Rica etsem bir perdelik elektrik verir misiniz?” diye kapı ağzı konuşmalara hazırlıklı olmalıyız. Ne de olsa komşu komşunun elektriğine muhtaçtır.
Artık elektriğe zam gelse kimin umurunda? Millet beleş elektrik kullanırken Tedaş güneşi de kesemez ya… Hatta elektriği biriktirip, devlete de satabiliriz. “Benim kenarda köşede biriktirdiğim birkaç watt elektriğim var. Bari onu paraya çevireyim.” diye söylenen konuşmaları düşündükçe “Neden olmasın?” diyorum.
Olayın bir de olumsuz yanın düşünelim. Bütün gün elektrik üreten perdede, elektrik kaçağı meydana gelirse acaba kaç voltta çarpar? Perde çarpmasından ölen insanları düşünmek bile istemiyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam zamanın birinde su ile araba çalıştırdığını iddia eden bir Türk, belli bir süre sonra ölmüş ya da öldürülmüştü. Allahtan bunu bir Türk icat etmedi.
Güneş panellerini ev camlarında da kullanırlarsa yakıttan tasarruf etmiş, hava kirliliğini de engellemiş oluruz. Bu benim ki sadece bir fikir… Perde çarpsın ki böyle bir şey icat etmedim. İlgililere duyurulur!

*Bu yazıyı 20/06/2008 de okuduğum bir haberden sonra yazmıştım. Bu gün haber7 de okuduğum bir haberle devlete elektrik satma işi galiba olacak.:)

EYVAH, KOCAM KADIN OLUYOR!  

Yazan by: İpek

Bir sabah uyanıyorsunuz ve yanınızda yatan kocanızın memelerinin büyüdüğünü fark ediyorsunuz. Oh my God! Ohh mein Gott! O mon Dieu! Ve aman Allah’ım!

Yıllar önce İngiltere açıklarında balıkların cinsiyet değiştirdiği tespit edilmiş ama böyle bir durum insanlarda ilk defa görülmüş. İngiliz Terry Wright, istemediği halde 60 yaşından sonra değişime uğramaya başlamış. Adamcağız, “Altmışından sonra kadın oluyorum. İmdat!” diyor, doktorlar ise olayın ne kadar enteresan olduğu ile ilgileniyorlar.

Peki, gelelim bu olayın suçlusuna… Kadınların kullandığı doğum kontrol haplarındaki bazı maddeler idrar yoluyla sulara karıştığı için bu tür sonuçlar doğurabilirmiş. Olan bizim zavallı Terry’e oldu. Yazık adam bir de menopoza giriyormuş. Abooo…! Kalçalar falan büyümeye başlamış, yılların sakalı dökülüp, kadınsı bir havaya bürünmüş.

Allahtan dua etsin ki bu durum yirmi beşinde olmamış. 60 yaşına kadar erkek olarak yaşayıp beş çocuk babası olmuşsun, artık zamanı gelmiş ve şimdi de kadın olarak yaşa da gör bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu! Hem kötü bir şey değil ki! Eşinle birlikte aynı kıyafetleri giyer menopozu da birlikte geçirirsiniz. Ateş bastığında da birlikte dışarı çıkar hava alırsınız.

Bir an böyle bir şey yaşadığınızı düşünsenize… Eşiniz her geçen gün sizinle aynı şeyleri kullanmaya başlıyormuş. Cımbızı arıyorsun onda, yeni aldığınız ojenizi bitirmek üzere, parfümler yarıya inmiş, aynı kuaförden randevu alıyorsunuz, daha sayamadığım bir sürü şey… Allahtan ayakkabılarınızı giyemez. Yani herhalde giyemez. Normal şartlar altında ayaklarının büyük olması gerekiyor ama ya aynıysa!

Her zaman size seslenişinde “Canım, ben gidiyorum!” derken “Ay canım sonra görüşürüz. Bayyy… !” dediğini düşünemiyorum bile… Tamam, değişim güzel şeydir ama valla ben bu kadarını kabul edemem. Tez zamanda şu doğum kontrol haplarını toplatır mısınız yoksa bu duruma bir çare mi bulursunuz bilemem. Ama ben, eşimin bana kuma olmasını asla kabul edemem.

Bu değişim bizi bozar.

İVEDİK PSİKİYATRİSTLERİ KIZDIRMIŞ!  

Yazan by: İpek

Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik karakteriyle rol aldığı reklam filminin sözleri psikiyatristlerin tepkisini çekmiş.

Zaten çekmese şaşardım!

Reklâmda Recep İvedik; 1 saatin dolduğunu öğrendikten sonra borcunu soruyor ve 150 YTL olduğunu duyunca da “Yuhh! Yürü git. Beni kendimle baş başa bırak. Tarifenin keyfini çıkartacağım.” diyor. İşte bu sözler, doktorlara göre cahil halkı kötü etkilermiş.

Bak sen bu işe!

Binlerce sigortasız işçi; sağlıksız koşullarda çalıştırılırken, fabrikalarda ölümle pençeleşirken, kimsenin sesi çıkmıyor da bu reklâmı görünce birden doktor oldukları mı akıllarına geldi?

Reklâmın üstünden reklâm yapmak bu olsa gerek…

İnsanlar alkol tedavisi için doktor yerine Menzil’deki tarikata giderken, tepki vermiyorlar da buna mı seslerini yükseltebildiler? Biri çıkar; “şaşılarla dalga geçildi” der. Diğeri ise bir başka şeyi polemik yapar. Taşın üstünden “tık tık” kapı çalar gibi vurmaktan öte gidilmiyor. Kimse elini taşın altına sokup kirletmek istemiyor. Şişirilmiş gündemin kısır döngüsünde konuşmak, küçük dağları yaratmış havasına girmek moda oldu galiba…

Bir saat için ödenecek parayı; millet haftalık olarak alıp, evinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Çocuğu hastalandığında hastanelerden çevrilmemek için gece gündüz dua ediyor. O küçümsediğiniz cahil halkın, o kadar para ödeyecek maalesef ki durumu yok. O cahil dedikleriniz, kamyon arkasında eşya taşınır gibi tarlalara götürülürken sesiniz çıkmadı da şimdi mi kanınıza dokundu?

Hayattaki tek gayesi evine ekmek götürmek olan bu insanların sorunlarını ve sıkıntılarını dinlemek için mademki heveslisiniz, işte size bir fırsat! En azından haftanın bir günü o cahil halk için ücretsiz çalışın ki ne kadar önemli bir iş yaptığınız ortaya çıksın.

BU GÜNDEN SONRA KARPUZ DA ZAMLANIR!  

Yazan by: İpek

ABD Gıda Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre karpuzun içeriğindeki maddelerin libidoyu (cinsel istek) artırdığı ortaya çıkmış. Enstitü tarafından yapılan açıklamada "karpuzda viagra etkisi var" denilmiş. Bu da gösteriyor ki artık karpuz fiyatları tavan yapıp pazarın en lüks meyvesi konumuna gelecek.
Hadi fındığı bu yolla elimizden aldınız bari karpuza laf etmeseydiniz. Hatta öyle anlatılmış ki karpuz “ Viagra “cinsi ilaç üreten şirketlerin kapanmasına bile neden olabilirmiş. Vay, vay, vay!
Tabi bu da pazar esnafının satış naralarını hemen değiştirmesine neden olacak. Eskiden “Şerbet gibi bunlar! Seçmece karpuza gel! Kelek çıkarsa iade edersin. Gel gel gel…!” diye bağıran esnaf şimdi ne diyecek acaba?
Pazarda ve manavda , “Gel vatandaş gel! Viagranın babası burada! Fabrika kapattıran burada! Bir değil iki tane yetmedi üç tane al!” diğer tarafta ise “ Kelek çıktı, tatlı değil demek yok! Suçu karpuzda değil kendinde ara bey amcaaa…” sesleri arasında utanmadan karpuz almanın yollarını bulmak gerek.
Her zaman “fakirler neden bu kadar çocuk yapıyor?” diye birbirimize sorup dururduk. Şimdi anlaşılıyor ki suç tamamen karpuzdaymış. En bereketli meyve olarak görünen karpuzun bir diğer bereketi de artık ifşa oldu. Bu buluş da vatanımıza ve millete hayırlı olur inşallah...

Böylece bir zamanlar söylenen “Üç çocuk yapın!” ricası da karpuz sayesinde gerçekleşmiş olur. ABD Gıda Enstitüsü araştırmasını yapmış. Sıra bu araştırmanın ne derece gerçek olduğunu araştırmaya geldi. Ülkemizde en çok karpuz nerelerde yetişiyor? Hangi ilin karpuzu meşhur? Kısa bir araştırmadan sonra Adana ve Diyarbakır’da en iyi karpuzların üretildiğini buldum. Burada aile başına düşen çocuk sayısına baktığımızda da araştırmanın ne kadar doğru olduğu anlaşılmaktadır.

Soframızın katığı olan karpuza bu günden sonra elveda demenin zamanı geldi. Kilosuna göre aldığımız karpuzu altın ayarına dönüştürüp gramla satmaya başlamaları an meselesidir.

*Bu yazıyı 03/07/2008 de yazmıştım. O günden bu güne değin, karpuzun kilosunda kayda değer bir artış oldu:)

RADYASYONA KARŞI KİMYON!  

Yazan by: İpek

Teknoloji yazmak benim işim değil ama geçenlerde gördüğüm bir manzarayı da sizinle paylaşmadan duramayacağım.
Bilgisayardaki bir sorunu yüzünden beni çağıran arkadaşımın evine gittim. Engin bilgi birikimimden faydalanmak istiyordu. "Anlamıyorum!" desem de ısrarla “Mutlaka benden daha iyisindir!” diye beni motive etmeye bir deyişle de gaza getirmeye çalışıyordu.
Hal böyle olunca bilirkişi olarak soruna bakmam gerekiyordu. Çalışma odasına geçtiğimizde bilgisayardan çok içerideki çiçekler dikkatimi çekti. Çoğunluğu kaktüs olan bu çiçek yığınını bir şekilde aşıp bilgisayara ulaşabilmiştim. Allahtan benim bile halledebileceğim kadar ufak bir problem varmış da olayı kısa sürede halledebildim.
Ancak etraf yine de bana çok ilginç gelmişti. Bilgisayar masasının üstü, yerler, kitaplık değişik kaktüslerle süslenmişti. Minik tabaklar içinde de kimyon vardı. İçeride mistik bir hava esiyordu. Adını bilmediğim çiçekleri sorup da “onlar kimyon!” yanıtını alınca arkadaşımın tamamen Nirvana’ya ulaştığını düşünmeye başladım.
Bu olayı hiç irdelemeden “Ne kadar güzel! Ben de çiçek yetiştirmeyi seviyorum.” gibi anlamsız cümleler kurarken buldum kendimi... Halimi anlamış ki deli olmadığını kanıtlarcasına anlatmaya başladı.
Kaktüsün ve kimyonun bu zararlı ışınları emdiğini ve daha az etkilendiğini açıkladı. Tabaklardaki kimyonu da on beş günde bir değiştirdiğini söyledi. Hatta Çernobil’in etrafında da kimyon tarlaları varmış ve bunun sebebi de radyasyonun en az seviyeye getirilmek istenmesiymiş.
Arızayı halletmemin karşılığında bana da bir kaktüs ve kimyon hediye edip kendimi radyasyondan korumamı istedi. Bir elimde kaktüs diğerinde kimyonla evime gelirken “Neden olmasın?” demeye başlamıştım bile… Eve gelip elimdekileri bir yere koyduktan sonra “hadi canım! daha neler!” diye konuşup daha önceki “acaba?” düşüncemi çürütmeye çalışıyordum. Biliyordum ki beş dakika bile geçmeden her tarafa kimyon koyacaktım. En sonunda kendimle inatlaşmayı bırakıp gördüğümü tatbik etmeye başladım.
Eve gelenler, benim gibi tuhaf düşüncelere kapılmasın diye de “Bu ev radyasyondan kimyonla korunmaktadır.” afişini astım. Böylece ilk şokun verdiği ebleh bakışları da ciddi bir afişle geçiştirmiş oldum.

ASLAN GİBİ ADAMDI!  

Yazan by: İpek

Aslan gibi bir adamdı. Bir kükredi mi her yeri inletirdi. Ne kadar vahşi ve dışlanmış olsa da gönlünü bir bayana kaptırıp âşık olmuştu. Ve aşkını korumak için her şeyi yapıyordu. Tüm engelleri aşıp daima sevgilisinin imdadına yetişiyordu.
O yıllar, belki birçoğumuz Vincent gibi bir sevgilimiz olsun istemişizdir. Hani şu yerin altında yaşayan çirkin aslan kral… Sizi bilmem ama ben o yaşta Vincent’a âşıktım. Evde sürekli “Ben bununla evleneceğim.” diyerek gezinip dururdum. Annem ise “Bu kızda da aha bu aslan bozuntusu gibi bir bozukluk var.” diye söylenip dururdu.
O dizi bize, aslanların bile yeraltında kitap okuduğunu öğretmişti. Demirlere vurarak anlaşmayı, âşık olmak için illa ki yakışıklı birinin olması gerekmediğini, Güzel ve Çirkin’i izlerken öğrenmiştik. Bu arada yabancıların kanalizasyonlarının ne kadar geniş ve büyük olduğunu, hiç sorun çıkarmadığını da görmüş olduk.
Her bölümde, Vincent üzüldüğünde biz de üzülüyorduk. Ya da sadece ben üzülüyordum. Ne de olsa o benim aşkımdı… O kocaman salonunda ateşin karşısında kitap okurken, sevgilisinin başına bir sıkıntı geldiğini anlayıp yerinden fırlaması hala gözlerimin önünde…
Galiba ben, Vincent’ı özledim. Belki de ilk defa sonu mutlu sonla bitmeyen bir dizi izlemiş olduk. O yüzden de hala aklımdan çıkmıyor. Onun yüzünden mors alfabesini bile ezberlemeye başlamıştım. Hatta annemlere ısrarla “Biz de yeraltında yaşayalım!” diye tutturduğumu da çok iyi hatırlıyorum.
İşte o diziden sonra bir daha televizyon izlememeye karar verdimJ Kurgu ile gerçeği karıştırıp bir aslan adama âşık olunca dizi maceram da son bulmuş oldu. Yıllar da geçse Vincent için yine aynı şeyi söyleyeceğim.
Aslan gibi bir adamdı…

FOBİKİM  

Yazan by: İpek

Fobisi olan insanları böyle adlandırıyorlarmış. Yani benim gibi olanları… Kapalı alanlarda kalmaktan, gök gürültüsünden ve karanlıktan çok korkuyorum.
Klaustrofobi, astrofobi, ve kenofobi diye adlandırılan bu fobiler bende mevcut bulunmaktadır. Ben bunlarla yaşamaya alıştım. Ancak çevremdekilerin aptalca sorularına alışamadım. Bir yere gittiğimde, merdivenle çıkmayı daima tercih ediyorum. Tabi yanımda birileri varsa, onların anlamsız bakışları ve soruları arasında sıkışıp kalıyorum.
_Neden asansöre binmiyorsun?
_Canım, kapalı kalma korkum var.
_Nasıl yani?
_Klaustrofobi yani…
_Yaaa, çok şaşırdım!Hiç böyle birini görmemiştim.
_Peki, neler hissediyorsun?
_Kalp atışlarım hızlanıyor, terleme ve nefes alamama gibi…
_Bak ben varım yanında; bir şey olmaz. Hadi asansörle çıkalım.
“Lahavle vela kuvvet” deyip asansöre binilir. Bende çarpıntılar, terleme ve nefes alamama başlar... En sonunda yanımdaki bana dönüp;
_Aaaa sen gerçekten korkuyormuşsun! Der. İyi de ben az önce farklı bir şey söylemedim ki…
Gök gürültüsüne gelince, anında bilimsel bir açıklama yapılır. Sanki ben nasıl olduğunu bilmiyorum. Sonra “ Ailende yüksek sesle konuşan var mı? Yoksa seni küçükken karanlık bir odaya mı kilitlediler?” diye sorulara geçilir. Akıl verilir. Korkunun üzerine gitmen söylenir. Hatta tedavi görmene kadar iş ilerletilir. Yarı ömrümü bu fobilerle geçirdim. Diğer yarısını da geçiririm herhalde… Anlamadığım tek şey bana tuhaf bir yaratıkmışım gibi bakmaları, yani psikolojik deli muamelesi görmem…
Bir de adını bile yazmaktan çekindiğim bir meyveye karşı alerjim var. Bu yüzden pazara ve manava gidemem. Özellikle bunu çevremdeki insanlara söylerim ki ben varken yememelerini ve adını kullanmamalarını rica ederim. Ama bu sivri zekâlılar, onu getirip bana ikram ederler. Sonra beni bir kaşıntı alır ve doğru söylediğim kanıtlanır. Onlar bundan mutlu olur. Ben ise iki üç gün kabarmış bir vücutla gezerim. Olayda kullanılan denek, onlara göre tepki vermiştir. Tabi bu iş burada bitmez. Her seferinde eşek şakası gibi uzatılır. “Ay pardon, unuttum canım.” denir. Sonra ardından suçlamalar başlar. “Canım sende bir tuhafsın… Asansöre binmiyor, gök gürültüsünden ve karanlıktan korkuyorsun. Bir de başımıza bu çıktı! Sayende özgürlüğümüz kısıtlandı.”
Evet, ben tuhafım. Fobilerim ve alerjim var. Fakat bana bu şekilde davranan insanların da pek sağlıklı olduğu kanısında değilim. En azından bendeki rahatsızlığın bir tanısı var. Sizin davranışlarınıza tanı bile konulamıyor.Ben ve benim gibi olanların tek istediği şey BİRAZ SAYGI…

MAAŞIMA ZAM KAÇMIŞ GÖREN VAR MI?  

Yazan by: İpek

TÜİK tarafından açıklanan Haziran ayı TÜFE rakamının 0.36 oranında gerilemesi, memurlara verilecek enflasyon farkı oranın da düşük kalmasına neden olmuş. Bu sebepten ötürü de memura % 0,76 zam vereceklermiş. Valla yazarken bayağı rakam kullandım ama ederi nedir daha onu hesaplayamadım.

Önüne gelen bakana çatıp, saldırıyor. Onun bu olayda ne suçu, günahı var? Suçlu, aleni şekilde elini kolunu sallayarak aramızda dolaşıyor. Arkadaşlar, siz bilmezsiniz bu enflasyon dansözünü! Tüm suç onun başının altından çıkıyor. Tam zam verilecek, birden “hoppa!” atlayıveriyor yerlere… Yoksa Sayın Bakanımız, niye zam yapmasın? Fırıldak gibi oynuyor. Tutana aşk olsun!

TÜFE bazında enflasyonun eksi çıkmasında mevsim koşullarının da etkili olduğu söylenmiş. İşte size bir suçlu daha… Sıcaklar yüzünden yangın çıkıyor, susuzluk yaşanıyor da neden enflasyon düşmesin? Hatta bu sıcaklar yüzünden bizim bile tansiyonumuz düşmüyor mu?

Günün yorumu olarak seçtiğim ise “Şükretmesini bilmiyorsunuz! Devletin onca sıkıntısı varken bu kadarına bile razı olmalıyız.” diyen arkadaşımı tebrik ediyor ve alnından öpüyorum. Bu günden sonra maaşımı aldığım anda, “yok!” daha “tıkır, tıkır, tıkır…”diye makineden ses geldiği andan itibaren şükretmeye başlayacağım. Şahsım adına, devletimin bunca sıkıntısı varken para istediğimi düşününce gerçekten çok düşüncesiz bir memur olduğumu hissettim.

Bu utançla tatil gibi şeyleri de düşünmeyeceğime and içiyorum. Devlet baba sıkıntı içindeyken hiç utanmadan tatile çıkmayı, dinlenmeyi nasıl düşünebildim? Ama benim suçum yok ki… Aslında bende biliyorum elimdeki parayla tatile gidemeyeceğimi ancak televizyondaki otelleri görünce birden özeniveriyorum. O an “Bu ülke için ben de çalışıyorum. Aydınlık geleceği yetiştiriyorum. Elimde meşalemle köy, kasaba demeden dolaşıyorum. Onlar gibi eğlenmek benim de hakkım değil mi?” diye bağıran iç sesime kapılıveriyorum.

Sevgili Babacığım, bu sıkıntılı günlerinizde enflasyon denen oynak tansiyonlu canavar yüzünden sizleri suçladığım için özür dilerim. Zam falan istemiyorum. Benim ne haddime ki tatile gidip denize girmek, mehtabı izleyip dinlenmek… Zaten ben görevimi en iyi şekilde yapamamışım. Eğer yapsaydım; bu hesaplamaları yapan ağaç dalları matematiği adam gibi öğrenip doğru hesaplamalar yapardı.

*04/07/2008 de onpuntoda yazmış olduğum bir yazı...

EZİKLİĞİ KANIKSAMAK  

Yazan by: İpek

Kadın sorunları ve dayakla ilgili yazıları okuyunca, birden eve temizliğe gelen Ayşe Hanım’ın evliliği hakkında anlattıklarını düşündüm…
O buna sevgi diyor ama ben adını bir türlü koyamadım. Bakalım siz ne diyeceksiniz?
Bir kahve molasında laf lafı açtı ve ben evliliğinin nasıl geçtiğini sordum. Eşini bir yıl önce kaybettiğini şu an zor durumda olduğunu biliyordum. Yüzündeki çizgiler ve bakışları, aslında çoğu şeyi anlatıyordu.

Bir sigara yaktı, düşündü ve…

İkimizin de ikinci evliliğiydi. Ben ilk evliliğimde hiç mutlu olamadım. Kayınvalidem beni hiç istemedi. Bir yıl sonra ayrıldık. Baba ocağına geri döndüm. Döndüm ama orada da istenmedim. Çünkü duldum. Annem “Bu böyle olmaz.” diye düşünüp, beni ilk isteyene tekrar verdi. Bu sefer işim daha zordu. Artık başıma ne gelirse, çekmek zorundaydım.
İlk bir haftadan sonra eşim sürekli geç gelmeye başladı. Bu olaya ses çıkaramıyordum. Sabaha karşı zil zurna sarhoş gelip bir de beni dövüyordu. Sürekli başka kadınlarla birlikte oluyordu. Anneme söylediğim zaman; dayanmam gerektiğini, suçu kendim de aramamı tavsiye ediyordu. Bu dayak ve aldatmalar on yıl sürdü. Artık bir gün kocama; “ Madem beni aldatacaksın, o zaman bir kişi ile aldat. Kimi istiyorsan, onu istemeye gidelim. Ben kuma gelmesine razıyım.” dedim. Çünkü eve de kadın getirmeye başlamıştı. Biri engelli, üç çocuğum vardı. Dönecek bir yerim bile yoktu. Böylece kocama, kız istemeye gittim. Ona ayrı bir ev açtık. Bir yıl böyle idare ettik. Ama “Alışmış kudurmuştan beterdir.” derler ya, işte kocam şimdi ikimizi de aldatmaya başlamıştı. İkinci kadın buna daha fazla dayanamayıp kocamı terk etti. Maddi durumu iyi olan kocam, artık iflas bayrağını çekmeye başladı. Ama ben, her şeye rağmen kocamı çok seviyordum. En sonunda her şeyi satıp memlekete döndük. Son beş yıl, kocam beni hiç aldatmadı. Sanki yeni evli gibiydim. Sonunda başarmıştım. Kocam beni seviyordu. Bu sefer de Rabbim izin vermedi. Bir yıl önce kocamı kaybettim.
Ben onun resmini daima koynumda taşıyor ve her gece onun hayali ile yatıyorum. Ve onu çok özlüyorum. Tek dileğim, ölünce onunla birlikte olmak…

Ben bunları duyduğum da ne söyleyeceğimi bilemedim. Ona göre sevgi, bana göre bir kadının acınası hali…

Peki, bu kadın bunca olayı çekmek zorunda mı? Buna benzer Ayşeler yok mu? Kim elini uzatıyor? Kadından Sorumlu Devlet Bakanı mı? İşte size ezilmeyi kanıksayan yüzlerce değil binlerce Türk kadınından bir örnek…

BEN GÜZELİM!  

Yazan by: İpek

Selüliti falan bilmem ama ben çok güzelim. Sabah kalktığımda geçiyorum aynanın karşısına, bakıyorum endamıma. Ve başlıyorum saymaya…

Boyuma bakıp sülün gibisin diyorum.1.60 lık boyumla salınıveriyorum. Sonra baştan ayağı inceliyorum kendimi. Saçlarıma hala beyazlar uğramamış. Uğrasa da dert mi? Boyayıveririm hemen. Gözlerim; nede anlamlı bakıyorum. Badem gözlü olmasam da fındık gözlü olurum. Ne olmuş yani. Kaz, ördek veya tavuk ayağı falan anlamam ben. Gözümün kenarında oluşan mini minnacık çizgiler anlamlı bakmamı sağlıyor.

Burnum; sen ne güzel şekillisin öyle. Kalkık olmasan da bir karizman var. Gelelim dudaklarıma, sanki tüm sanatçılar senden özenip yaptırmışlar. Çillerim, canlarım benim. Küçükken dinlediğim “Çilli Bom Bom” şarkısını bana söylediklerine inanırdım. Şimdi onlar benim yardımcı meleklerim. Soluk benzime renk veren güllerim. İyi ki varsınız. Kilo mu? Bel kalınlığı mı? “Var ki yiyorum.” der güler geçerim.

Valla sizi bilmem ama benim selülitim yok. Hiç olmadı. Bende sadece gamzeler var. Nede güzel gülüyorlar. Ten desen beyaz, çok çiğmişim kime ne. Denizde istakoz gibi oluyormuşum. Varsın olsun. İstersem solaryuma gider gündüz feneri olurum.

Velhasıl şöyle bir bakıyorum da kendime “Hey gidi yaradan, nede güzel yaratmışsın beni!” diyorum. Bugün yine şımarttım kendimi.

Haydi kızlar! Şimdi sıra sizde... Geçin aynanın karşısına ve başlayın söylemeye " Hey gidi yaradan, nede güzel yaratmışsın beni! "
Denemeye değer, bizler şımartılmayı hak ediyoruz;)

SOSYETİK OLDUM!  

Yazan by: İpek

Artık sosyeteye dâhil olan bir arkadaşınızım. Nasıl oldu? Ne zaman oldu? Diye sormayın. Dün sosyeteye girdim.
Hani şu hemen hemen her ilde kurulan sosyete pazarları var ya işte bende oraya gittim. Sizlerden bir ara çaktırmadan ayrılıp sosyeteye karıştım. Aslında bu işin, önce evveliyatını anlatayım…
Bu pazar olayı buralara tahminen iki yıl önce geldi. Böyle olunca da tüm millet akın etti. Yerli esnaf da kan ağlamaya başladı. Yani halkı kazıklayamadığı için bunalıma girdi. Bir yıl buna ses çıkarmadılar. Hatta öyle oldu ki pazarcıların arasına girip, kendi mallarını orada satmaya başladılar. Hal böyle olunca ortalık iyice karıştı. Ee sosyete olmak kolay değildi! Gelecek yıla anlaşma yapmak isteyen pazarcılara karşı hemen birlik olup ayaklandılar. Adamlara yapmadıklarını bırakmadılar. Belediye baskılar yüzünden pazara izin vermedi. En sonunda diğer belediyelerden onay aldılar. Şimdi çoğunluğunu yerli esnafın oluşturduğu bir pazar kuruldu. Bizde sosyete pazarımıza kavuşmuş olduk.
Dün, işte böyle bir geçmişi olan pazara gittim. Herkes bütçesine uygun bir şeyler bakıyordu. İçlerinde bende vardım. Malumunuz, memur olunca gideceğimiz yerde burası… Bendeniz, çevremi aç tavuk gibi incelerken adamın birinin bir kadını rahatsız ettiğini gördüm. Emin olmak için uzaktan sürekli bakmaya başladım. Artık adam işi bayağı ilerletip olayı temasa kadar getirdi. Kadın arada bir başını çevirip bakıyor, sonra tekrar tezgâha dönüyordu. “Tamam” dedim. Burada bir olay vardı ve ben eksiktim. Hemen kadının yanına gittim. Adamın keyfi yerindeydi. Sanki bir bütün olmuşlardı…
Birden dönüp adama bağırmaya başladım.
_ Sen ne utanmaz bir insansın. Ahlaksız herif! Diye kükredim. Kadın hala "Neler oluyor?" der gibi suratıma bakıyordu. Benim şaşkınlığım da giderek artıyordu. Bu sefer kadına dönüp;
_Sen niye sessiz kalıyorsun? Hissetmedin mi? Adam kaç saattir yoklamadık yerini bırakmadı? Diye kadına kızmaya başladım.
Kadın tüm soğukkanlılığı ile bana bakıp:
_Sana ne oluyor? O benim kocam. Çok özendiysen seni de ellesin. Demez mi?
Hayda, çattık mı belaya…
_Madem kocandı, niye tacize uğruyormuş gibi davrandın? Dedim.
Meğerse fantezileri buymuş. İyi de herkesin ortasında karını taciz etmek nasıl bir fantezi onu anlayamadım. Sizin anlayacağınız ben çok geri kalmışım…
Artık bundan sonra, kim kimi ellerse karışmam. Neyime gerek? Bakarsınız yeni bir fantezi kurbanı olurum. Çünkü sosyetede bunlar normalmiş. Bu saatten sonra sosyetik olmanın getirdiği değişimle, böyle şeyleri görüp “ Ula utanmaz herif!” diye çığırmayacağım. Yeni düşüncem “Fantezi her an, her yerde yaşanabilir.”

Ne yapabilirim ki, sosyete olunca kurallara da uyman gerekiyor.

YAŞASIN, DUAMEN'İMİZ OLDU!  

Yazan by: İpek

Duacı Tuncer Çiftçi’nin maceraları, birkaç gündür Cin Ali serisini bile kıskandıracak nitelikte heyecanlı olmaya başladı. Adam ermiş ama kimse bunu ciddiye almıyor. Her zaman üzülmez miydik bir Super Men’imiz yok diye? İşte size yerli mi yerli, bu vatanın topraklarından çıkmış bir Duamen…
Hanginiz balkona çıkıp da Ay’ı ayağınıza kadar getirip seyahat için kullanabiliyorsunuz? Hemi de balkonunuzdan Ay Seyahate binip Mekke’ye gidebiliyorsunuz? Sorarım size hanginiz? İşte bunları bir tek Duamen’imiz yapabiliyor. Bir insanın geçmişini bilmeden yargılamak ne kadar acı… O ki, uzayın karanlığından vatanımızın bağrına düşmüş bir zuzaylı evladıdır. Ailesi, ufoyla turlarken küçük Duamen’in düştüğünü fark etmemişlerdir bile... Yokluğunu hissettikleri günden beri arama çalışmalarını aksatmadan, Dünya’nın dört bir tarafında evlatlarını bulmayı umut etmişlerdir. Ve o günden sonra da bizim minik zuzaylımız, tek başına acılar içinde “Küçük Emrah” misali yaşamını sürdürmeye başlamış. O da Super Men gibi olağan üstü güçlere sahip olduğundan bu gücünü hayır amaçlı işlerde kullanıp rızkını toplamaya çalışmış.
Rotasını hiç şaşırmadan, devletin belirlediği hız sınırları limitinde seyahatlerini gerçekleştirmiş. Nasıl ki Super Men, güçlü nefesi ile çıkan yangınları, akan suları durduruyorsa bizim Men’imizde nefesi ve dualarıyla hastalıkları iyileştirmiş. Ya da bu niyetle çalışmalarını sürdürmüş. Bunda şaşılacak, tuhaf karşılanacak ne olabilir ki?
Adam uzaylı ve kafasından yeşil ışık bile çıkarabiliyor. “Kıskanma ne olur çalış seninde olur.” diyeceğim ama maalesef ki olmaz. Çünkü bunları yapabilmek için uzaylı ana babadan doğmak gerek. Eleştirilerin bir kısmı da mütevazı bir yaşam sürmediğine yönelik… Adam, Ay’ı bir ıslıkla ayağına getirip uydu turu yapabilirken, kafasından yeşil ışık çıkarıp elektrik tasarrufuna yardımcı olurken mütevazı olmasını nasıl beklersiniz? Bu meziyetler bende olsaydı; bütün Güneş Sistemi’ni ayağıma paspas ederdim. Ah ah! Anam bari uzaylı olsaydı ya…
En çarpıcı yorumlardan biri ise “Saf ve masum milletimizi kandırmış” mış… Zaten bir tek o kandırdı. Bu millet; taşlardan, ağaçlardan medet umup şimdiye kadar hiç pala pırtı bağlamadı. Burada ermiş bir zat yatıyor dendiğinde “hurra, hücum!” nidalarıyla mezar taşını öpücük yağmuruna da tutmadılar. Çocukları olmadığı için hocalara gidip junior üfürükçüler doğurduklarını da zaten hiç mi hiç duymadık.
İslamiyet’i öyle iyi bilip savunuyoruz ki dua etmek için aracıya gerek olmadığının farkında bile değiliz. Gereksiz dini tartışmaların esiri olacağımıza birileri çıkıp da dinimizi doğru dürüst anlatsın. Şekli savunalım derken, milletin bir gram inancını da bu adam gibilerine sermaye yapmayalım. Elini kolunu sallayıp gezinen bu ve buna benzer şarlatanlara da artık ciddi anlamda bir “Dur!” demenin zamanı gelmedi mi?

PAZAR GÜNÜ ALMA CANIMI !  

Yazan by: İpek

Allah’ım, biliyorum seninle pazarlık olmaz ama mümkünse Pazar günü alma canımı…
Hangi gün olursa olsun ama Pazar olmasın. Çünkü mutsuz bir şekilde ölmek istemiyorum.
Sanki haftanın altı günü mutlu, Pazar günü mutsuzmuşum gibi oldu ama gerçekten ben Pazar günlerinde depresyona giriyorum.
Ertesi gün mesai başlıyor falan diye de değil. Çocukluğumdan beri bu güne takmış durumdayım. Pazar gününü ruhumda derin izler bırakacak kadar berbat hale getirenler bir elime geçse yapacağımı bilirim ama elimi kolumu bağlayan sebepler var.
Galiba suçlu annem! Evet, o suçlu. Onun yüzünden ben bu günü sevmez oldum.
Pazar günü geldi mi annemi bir hijyen merakı sarardı. Evde ne varsa merdaneli makineye doldurur ve yıkamaya başlardı. Makine sesi ile annemin sağa sola verdiği emirler birbirine karışır ve dayanılmaz bir hal alırdı.
Sanki bir haftanın hıncını çamaşırlardan çıkarırdı. Sonra bana doğru dönüp “Sıra sana da gelecek!” diye bir bakış atardı. Evde saklanacak hiçbir yer de yoktu ki saklanayım. Her yer ters yüz olmuş annemin gazabını bekler durumdaydı. Evden kaçabilenler kaçar ama benim gibi yaşı tutmayanlar annemin ellerine teslim edilirdi.
Ben kurbanlık koyun gibi sıranın bana gelmesini beklerken bir de Pazar konserlerini dinlemek zorunda bırakılırdım. Yedi yaşında başladım klasik müzik dinlemeye…
Hoş, annemin ve merdanelinin sesinden çok daha güzel tınılardı ama çocukluk işte…
Elime bir çubuk alıp, başlardım şef edası ile annem ve merdaneliden çıkan sesleri yönetmeye…
İpek Yönetiminde Pazar Kanser Konçertosu…

Annem göz ucuyla arada bir beni süzüp “Yok, bu çocuk normal değil!” diye hayıflanıp dururdu.

Ve zaman ilerledikçe beklenen an gelir…

Artık sıra bendedir. Annem beline kadar ıslanmış hali ile bana doğru kıvrak adımlarla ilerlemeye başlar ve zorluk çıkarmamam için en güzel sözleri sarf ederdi. Çocuk aklı işte hemen kanıverirdim. Sonra doğru banyoya…
Beni neden evde sildiği halılar gibi yıkadığını hala anlamış değilim ama ona göre yıkanmak böyle bir şeydi herhalde…
Yorgunluktan ben de annem de bezmiş bir halde banyodan çıktığımızda bir “oh!” deme zamanı geldi diye düşünürdüm.
Hayır, sıra saçlarımı taramaya gelmişti. “Allah’ım dilerim saçlarımın hepsi kopar da taranacak bir saçım kalmaz.” diye dualar etmeye ve ağlamaya başlardım.
Artık evden üç ses birden yükselirdi. Benim ağlamalarım, annemin çığlıkları ve emektar merdaneli…
Bu hengâme içinde akşam olur, evden kaçanlar bir bir geri dönmeye başlardı. Ev de ben de misler gibi kokardık. Artık üçümüzün de sesi sedası kalmazdı.
Tam huzuru bulduk derken, annem birden yine bağırırdı. “Oraya basmayın! Buraya oturmayın! Önce banyo yapın!” Diye emirlerin biri biter diğeri başlardı.
Küçük bedenim, bu kadar hırpalanmaya dayanamadığı için kanepede uyuyup kalırdım.
Ertesi gün ise en sevdim annem karşımda beliriverirdi. Allah’ım bu ne mutluluk, annem iyileşmişti.

Kurt annem gitmiş, yerine melek annem gelmişti.

Kazık kadar oldum ama hala Pazar günleri bu duyguları hissediyorum. O yüzden duamı bir kez daha yineliyorum. Allah’ım Pazar günü alma canımı! Hadi aldın diyelim, o zaman Pazar günü yıkamasınlar beni…

MUMDAN DOSTUM  

Yazan by: İpek

Sen benim en sevdiğim ve ilk gördüğümde hayran olduğumdun. Hatırlıyorum da seni almak için günlerce sergilendiğin mağazaya gitmiştim. Mağaza sahibinin “O satılık değil…” demesine karşılık, yılmadan seni ziyaret etmiştim. Sonunda bu aptalca ısrarıma dayanamayıp, seni bana vermişti. On beş yıldır benimleydin. Yandığında nasıl ışık saçacağını merak etmeme karşılık, bir kere bile olsun bunu denememiştim.
Nedenini umursamadığım o efkârlı gecelerde nice mumlar yakıp ağlamıştım. Karanlığımı aydınlatmalarına şükran duyarak erimelerini izlemiştim. Her eriyen mum gibi sıkıntımın da eridiğine inanıp iz bırakıp giden dertler gibi etrafa is bırakmalarını seyretmiştim. Onlarla birlikte gözyaşı döküp sessizlik içinde eriyip gitmiştik.
Sana zarar gelmesin diye on beş yıl çırpınıp durmuştum. Çünkü sen benim anılarımı taşıyandın. Mumdan olan dostumdun. Her şeye bir ad verdiğim gibi senin de adın vardı. Senin adın İnci’ydi.
Açık unuttuğum pencereydi senin düşüp kırılmana neden olan. Beni ise dostumdan eden unutkanlığımdı. En güzel şekilde veda etmeliydik. Sana yakışan bir ayrılık olmalıydı. Bu veda yaşanan on beş yılaydı…
Dün gece sadece ikimiz ve yaşanmışlıklarımız vardı. Yüreğim titreyerek yakmıştım seni. Nasıl da merak ederdim saçacağın ışığı. Oysa beni heyecanlandıran tek şey merak etmekmiş. Bu gece tüm türküler senin için çalacak. Her ne kadar Nurettin Rençber “ Ağlama Yar…” dese de biz bu gece ağlayacağız. Biz bu gece senin dillendiremediklerine, benim ise hiç susmadan anlattıklarıma ağlayacağız.
İşte İnci, sen de yanıyordun. Belki yılların verdiği özlemle, karanlıkta ışığın dans ediyordu. Raks eden genç kız edasıyla kıvranıyordun. Her kıvranış senden birkaç damla götürüyor, her coşkuyla yanman, seni daha çabuk tüketiyordu. Meğer ne çok birbirimize benziyormuşuz. Aydınlatmak için kendimizden bir şeyler veriyor, verdikçe eriyoruz. Eridikçe tükeniyoruz. Her damlamız bir tarafa saçılıyor. İz bırakıyoruz. Ama iyi, ama kötü yine de oradan geçtiğimiz belli oluyor.
Yaşamın gerçeği bu değil mi? Hayatı gittiği yere kadar yaşamak, kimsenin hükmü olmadan ışık saçmak… Kesintiye uğramaksızın raks etmek…
Hüzünde, romantik bir masada, köyde bir çocuğun çay tabağında, bir dilekte mum olmak… Etrafını nerede olursa olsun aynı şekilde aydınlatıp, duyguları paylaşmak kadar güzel ne olabilir? Şaire ilham olup mısralarda geçmek, ressamın tuvalini süslemek kaç kişinin harcıdır?
Çevresini mum kadar aydınlatamayan insanlarla dolu olan bu dünyada yaşarken, senin gibi mumdan bir dostum olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Her ne kadar eriyip tükensen de var olmanın gerekliliğini yerine getiriyorsun. Niçin var olduğunu bilmeyen bizim gibilere ders olmasını isteyerek gücünün yettiği yere kadar aydınlatmaya çalışıyorsun.
Bizler de etrafımızdaki karanlığı aydınlatmadan, aydınlık geleceklere sloganı ile şarkılarımızı ağustos böceği gibi söylemeye devam ediyoruz.
Tanıdık bir gece, nedenini umursamadığım bir hüzün ve masada yanan bir mum… Tek fark; dün gece mumdan dostum konuştu, ben dinledim. İçinde sakladığı, acı tatlı on beş yılın anılarını damla damla akıtıp, birlikte ağladık.

O benim sırdaşım, arkadaşım, dostumdu. Ben mum, mum ise bendim…

BIKTIM KİRACILIKTAN  

Yazan by: İpek

Ben toplumumuzdaki birçok insan gibi kiracı ve mağdur edilenim. Evi olmayan, boynu bükük, mülk sahibi ne derse onu yapmak zorunda olan biri...
Kahrolası dünyada kafamı sokacak, kendime ait, bırakın bir evi bir kümesim bile yok. Hal böyle olunca da ev sahiplerine muhtaç oluyorsunuz.
Maaşımı aldığımda her memur gibi evime ekmek bile almadan ev sahibine kirayı veriyorum. Böylece evin bir ay bana ait olduğunu hissetmek istiyorum. Ama maalesef bu böyle olmuyor. Neden mi? Bakın şimdi…
Bu eve geçen yaz taşındım. Ev sahibi evin kalorifer, güneş enerji ve kapıcısının olduğunu söyledi. “Aman ne güzel!” dedim. Sonra ev sahibi dinimi, hangi mezhepten olduğumu, etnik kökenime varıncaya kadar sordu. Bu sorulardan tam puan alınca sözleşme yaptık. Ben o hengâme içinde eve alıcı gözüyle bir türlü bakamadım. Zaten böyle bir bakış tarzı da bu maaşla olmaz. Her neyse, konuyu dağıtmadan devam edeyim. Bir hafta içinde apar topar eve taşındım. Taşındım taşınmasına da evde kalorifer peteklerini göremedim. Hemen ev sahibini çağırıp sordum. Bana daha yapılmadığını ancak bu ay başlayacaklarını söyledi. Evde eşya varken kalorifer tesisatının döşenmesinin ne demek olduğunu, başından geçenler bilir. Bunu anlatmak bile istemiyorum. Neyse, ben bir ay sonra evde sekiz işçi ile birlikte on beş gün boyunca cebelleşip durdum. Ama artık rahat edecektim. Kış yüzünü göstermeye başladığında ev sahibine ne zaman kaloriferlerin yanacağını sordum. Duyduğum cevap inanılmazdı. “Daha kazanı taktırmadık!” dediği an kısmi felç geçirmemek için kendimi çimdikleyip duruyordum. Biz, “ya sabır!” diyerek Aralık ayına kadar kendi imkânlarımızla ısınmaya çalıştık. Sonunda bekleyen derviş misali ölmeden ısınacağımız gün gelmişti. 25 Aralık günü merasimle kaloriferler yanmaya başladı. Bizler bayram çocuğu gibi sevinmeye yeni başlamıştık ki birden ısımızı kaybetmeye başladık. Bu lükse on beş gün vakıf olabilmiştik. Ancak ortada çok önemli bir sebebin olduğunu mülk sahibimizi dinleyince öğrenecektik!
Dışarıda güneş çıkmış ve benim canım ev sahibim hacı olduğu için israftan kaçınıyordu. İşin en trajikomik yanı ise kiracılardan çıt çıkmıyordu. Ben örgütlenme sevdam ile tüm kiracıları toplayıp bu gidişata “dur!” demenin vakti geldiğini açıklamaya başladım. Hepimiz artık tek yürektik. Sıra ev sahibi ile yapacağımız toplantıdaydı. Gün kararlaştırıp, evlerimize dağıldık. Toplantı günü hepinizin tahmin ettiği gibi, yalnız kovboy olarak kalmıştım. Ben yine de kendi rahatsızlıklarımı dile getirerek konuyu anlattım. Böylece tekrar yanmaya başladı. Bu toplam bir ay sürdü.
Şubat ayı geldiğinde, artık yanmayacağı söylendi. Hepimizden bir aylık kömür parası olarak 1200 YTL isteniyordu. Tüm hesap kitap işlerini üstlenerek tekrar ayaklandım. Ödememiz gereken ücretin sadece 200 YTL olduğunu ortaya çıkardım.
Biz soğukta yaşamayı, ev sahibim de istediği parayı alamayacağını öğrendi. Mangalda kül bırakmayan komşularım ise peşin verdikleri paranın acısı ile kıvranmaya başladı. Geri alabileceklerini düşünüyorsanız, biraz zor… Gelecek kış için kömür yatırımında kullanıldı.
Gelelim yaz sıcaklarında çektiklerime… Üç gündür depo ve güneş enerjisinin suyu akmıyor. Arıza dolayısıyla çalışmadığını düşünüp tamirci çağırmaya karar verdim. Bu gün öğrendim ki ev sahibim depo taştığı için bana söylemeden vanaları kapatmış. Dışarıda ki sıcaklık 45 derecenin üstünde ve ben susuzum. Hazır tamircide bulmuşsun yaptır ya da açsın vanaları diyorsanız, o biraz zor. Çatının anahtarı bir tek ev sahibinde var. O da bir haftalığına yazlığa gitmiş.
Şimdi ben çıldırmayım da kim çıldırsın?

ÇOCUĞUNUZ VAR MI?  

Yazan by: İpek

- Çocuğunuz var mı?
- Hayır.
- Neden? Çocuk sevgisi bambaşka bir duygu…
- Eminim, öyledir. Ama…
- “Ama”sı yok! Hemen bir çocuk yapın.
- Siz koordinatlarını verin. Biz hemen çalışmalara başlarız.
- Ben çok ciddiyim, gerçekten çok güzel bir duygu.
- Evet, eminim öyledir ama…
- Yoksa sizin çocuğunuz olmuyor mu?
- Şey… Ben de tam onu diyecektim ama siz..
- Ah, canım! Çok özür dilerim. Keşke sormasaydım.
- Önemli değil, ben sadece…
- Sahi kimde problem var?
- Problem mi?
- Bak eğer problem varsa bu halledilir.
- hıhı…
- Bizim bir tanıdıklar vardı, tam beş yıl çocukları olmadı. Aynı sizin gibi...
- Yaaa
- Sonra onlar filanca yerdeki bir hocaya gittiler. İnanılmaz gibi gelebilir ama bir ay sonra kadın hamile kaldı.
- Çocuk kimden?
- Bak sen böyle şeylere inanmıyorsun ama bunlar gerçek!
- Hııı…
- Bak, şimdi aklıma geldi! Yine bizim bir arkadaşların arkadaşı vardı. Onlar da sizin gibiymiş. Filanca ildeki filanca doktora gitmişler. Adam uzmanmış. Şimdi kadın ikinci çocuğuna hamile...
- Allah bağışlasın.
- Âmin de sizin de bir şeyler yapmanız gerekir.
- Sahi siz doktora gittiniz mi?
- Evet.
- Aşılama, tüp bebek falan denemediniz mi?
- Denedik. Şimdi doğal gaza geçtik.
- Aslında biz arkadaşlarla anlamıştık.
- Neyi?
- Birbirinize o kadar çok bağlısınız ki, bu normal değildi zaten.
- Hıı…
- Eksiğinizi böyle birbirinize bağlanarak kapatıyorsunuz. Eğer çocuğunuz olsaydı, böyle bir sevgi de olmazdı zaten…
- Oooo!
- Neyse, şimdi kalkmalıyım canım. İnanın evlat bambaşka bir duygu
- İnanıyorum.

İnanıyorum, inanıyorum da senin bu kadar ahmak olmana inanamıyorum!



Çocuğu olmayan bütün eşlerin, bu tür sorulara maruz kaldığı bir gerçek… Toplumumuzda her soruna karşı deva olacak başka bir çözülmüş sorun vardır. Hele bu çocuk konusu ise herkes jinekolog kesilir. Burada yazmadığım daha ne ilkel metotlar varsa söylenir. Hep bizim gibi bir arkadaşları vardır.

Bizim gibi ne demekse tabi…

Herhalde sizin gibi kısır, çocuksuz, zavallı çiftler var demenin kibar şekli. Eğer bunu sorun yapmıyorsanız, birileri size mutlaka sorun olacaktır. Çocuk eğitimi hakkında konuşma gibi bir hataya düştüğünüzde, hemen uyarılırsınız. “Çocuğun olmadığı için anlayamazsın.” denir.
İyi güzel de siz ve sizin gibiler beni anladınız mı? Bana sorduğunuz her soruda size verebilecek çok fazla cevabım olduğunu, sırf sizin gibi olmamak için sadece sessiz kaldığımı fark ettiniz mi? Sevginizin azaldığı bir yuvada nasıl sevgiyle çocuk büyüteceğinizi sordum mu?

Hayatımda hiçbir sorunun beni mutsuz etmesine izin vermedim. Gözleri görmeyen biri denize aşık olamaz mı ? Kokusunu, sesini, martıların kanat çırpışını duyamaz mı? İşte ben de evlat sevgisini gözleri görmeyen biri gibi hissediyorum ve yaşıyorum.

Çocuğu olmayan eşlerin birbirlerine bağlılığı konusuna gelince, buna cevap bile vermek istemiyorum. Her insanın sevgi tanımlaması farklıdır. Biz, küçük ama mutlu bir aileyiz.
Ailesi olmayan o kadar çok çocuk var ki, ben onlardan birine anne olma adayıyım. Ailesi olup, sevgisiz yetişen o kadar çok çocuk var ki… Sizler, onlara hangi konuda adaysınız?

UMUDUM VAR!  

Yazan by: İpek

Bu başlığa öyle bir giriş yapmalıyım ki okuyanlar önce ” vay be!” demeli... Ama buna uygun hangi cümleleri kuracağımı inanın ben de bilmiyorum. “Hadi hayırlısı!” diyelim…
Aslına bakarsanız, dinlediğim şarkıda geçiyordu bu sözler… Hani dinlediğiniz bir parçada sadece birkaç kelime dilinize pelesenk olur ya işte aynen bu durumdayım. Dinledikçe, neye umudumun olduğunu sıralamaya başladım. Şimdiye kadar ne çok umutlarım varmış da haberim yokmuş. Umut, yaşamın göstergesi değil midir? Hala yaşadığıma göre bir yığın umudum da olacak demek ki…
İşte ilk umudum…
“Pazar gününe tebessüm ederek, sıcak bir kahve ile başlamayı umuyorum.”
Umutlarımız, ne kadar basit olursa o kadar az hayal kırıklığına uğrarız. Böylece “Umudum kalmadı.” Diye inlemeyiz. “Umut fakirin ekmeğidir.” diye boşuna dememişler! İşte ben de o fakir grubuna girdiğim için ekmeğimi yer dururum.
Ölümle mücadele edenlerin umudu, yaşayabilmek ise bizlerin de umudu yaşamı iyi değerlendirmek olmalı. Ayrılıkları yaşadığım için kavuşmaları umut ettim. Ölümle tanıştığımda bir daha olmamasını değil geç olmasını umut ettim.
Milli piyangodan para çıkmasını, son model arabam olmasını hiç umut etmedim. Olası şeyleri düşünüp, olması için çaba sarf ettim.
Memur umudu, mütevazı olurmuş.

Her canım acıdığında yeni bir umutla yaralarımı sarmayı denedim. Bu sarıp sarmalamalar kimi zaman merhem oldu kimi zaman ise yarama tuz bastı. Bu sefer de duyduğum acının dinmesini diledim.

Umut bahçenizdeki çiçeklerin solmaması dileği ile…

Umudumun tükendiği an öldüğüm andır!

BENİM CENNETİM  

Yazan by: İpek

Kim demiş apartmanda bahçe olmaz diye… Ama benim küçük bir bahçem var. Apartmanda oturmamıza rağmen eğer istersek kendimize bir cennet yaratabiliriz. Balkonumun kenarlarını saksılarla doldurdum. Saksılara biber, domates, çilek, karanfil ve adını bilmediğim bir sürü çiçek ektim. Her gün onların büyümesini izledim. Toprağı delip dışarı çıkmalarında, ilk yaprağında, çiçek verişinde sürekli yanlarındaydım.

Bazen beni kızdırdılar. Çünkü bir yığın para verip aldığım çiçek toprağını sevmediler. Onlara sokak toprağı bulmak zorunda kaldım. Bir ayda bir santim bile boy atmayan biberlerim ve domateslerim sokaktan getirdiğim toprağı görünce inanılmaz güçlendi. Eh, sahiplerine çekmişler. Sarmaşıklarım balkonun her tarafını sarmış durumda. Üst komşumun balkonuna ipler bağlayarak yukarı çıkmasını sağladım. İnanın çok güzel bir manzara. Kumrularım, canım kiracılarım, kırlangıçlarımı da unutmamalıyım. Onlarda bu manzaranın içindeler.

Her sabah uyandığımda ilk iş olarak balkonuma çıkar çiçeklerimle selamlaşırım. Birbirimize günaydın deriz. Biberlerime bakıp, kaç tane biber olduğunu sayarım. Sonra domateslerime bakıp hala çok yeşil göründüklerini söylerim. Karanfillerim görülmeye değerdir. Bir tanesini bile koparamam. Çileğim bu arada bir tane çilek yaptı. Daha çok küçük…

İşin ilginç tarafı ben hiç acı yemem. Ama biberler zehir gibi acı. Aslında onları koparmaya kıyamam. Geçen gün arkadaşım benden habersiz koparıp yemiş. Yüzü pancar gibi olmuştu. Anlayacağınız, ondan biberlerimi korumalıyım…

Şimdi balkonuma çıkıp baktığımda bundan tam dört buçuk ay önce sadece toprak olan saksılarımda şu an rengarenk çiçekler ve sebzelerle dolu olduğunu görüyorum. İnanın bu çok güzel bir duygu. İşte size bir terapi merkezi. Zamanın nasıl geçtiğini, sıkıntı, stres vs. hiç anlamıyorsunuz. İçtiğiniz bir kahvenin, çayın bile tadı değişiyor. Yani yaşama onların canlı renkleri gibi bakıyorsunuz.

Tek sıkıntıları, unutmadan sularını vermem... Onlara sizin yazılarınızdan bahsediyorum. Bazen duyduklarında acı çekiyorlar. Böylece biberlerim daha acı oluyor. Ne yapsın? Dışa vurumu böyle… Bazen duygulanıp bazen de şenleniyorlar. İşte o zaman tüm renklerini saçıyorlar etrafa…

Ve selam olsun, korkusuzca yazan ellere diyorlar…

BORÇLU YAŞANAN İLK BEŞ YIL  

Yazan by: İpek

Şimdi yeni bir moda olan şu evlilikteki ilk beş yıl riskli dönem hikayesini anlamaya çalışalım. Bunlar şu aptal dergilerin empoze etmeye çalıştığı düşüncelerden başka şey değil. Neden bunlar annemin zamanında yoktu? İcat edilmediği için. Çünkü o zaman bu kadar çok kadın dergisi yoktu.
Hadi şimdi evlenelim. Bakalım neler oluyor.

Birbirini seven iki çiftimiz var. Artık evlenmek istiyorlar. İsteme merasimleri biter nişanlanırlar. Her şey güllük gülistanlıktır. Ama aileler için öyle değildir. Kızın ailesi, karşı tarafın az geldiğini, çok geldiğini, damadın az hediye getirdiğini, gülmediğini, güldüğünü velhasıl her şeyini sorun haline getirir. Oğlan tarafı yine ona keza…
Ama bunlar birbirlerini seviyorlardır. Tüm bu sıkıntıları birlikte göğüs gerip atlatacaklarına inanıyorlardır. Artık nikah günü belirlenir. Şimdi, daha kağıttan bir sorunla karşılaşılır. Nikah davetiyesi nasıl olmalı? Oğlan, “Şu olsa da olur.” der. Kız kırmamak için kabul eder ama aile ayaklanıverir. Buda ne böyle. Sanki sünnet davetiyesi. Canım bizim çevremiz var.”Hay senin çevrene…”
Eşya alınacaktır. Her şey tam olmalı. İki kişiyiz ama bulaşık makinesi şarttır.Arkadaşımın var. Ne yani ben hak etmiyormuyum? “Hak ediyorsun canım, hem de çok hak ediyorsun…”
Salon takımı, oturma gurubu, yatak odası yemek odası, beyaz eşyalar diye Hamburabi Kanunları gibi bir liste sıralanır. Nasıl alınır? Neyle ödenir? Diye düşünülmez. “Canım bir kere evleniliyor. Olacak tabi.”
Bir de balayı vardır. O da kolay, kredi kartına taksit yaptırırız olur biter. “Biten tek şey senin ruhun.”
Neyse zar zor bir şeye karar verilir. Nikah olur. Bitmedi . Daha düğün var.
Salon tutulmalı, gelinlik alınmalı pasta siparişi, arabası, gelen misafirlerin karşılanması, kuaför vs vs…
Çok değil bir ay sonra bir bakmışsınız ki evinize aldığınız eşyalar gibi anlamsızlaşmışsınız. Sonra okuduğunuz ve dinlediğiniz hikayelere dayanarak onlara anlam katmaya çalışırsınız. Bir akıllı da çıkıp en tehlikeli dönemin 1-3-5 yılları arasında olduğunu söyler. “Hey Allah’ı güzel! Senin tehlike dediğin şey, yapılan borçların ödenme süresi…”
Sen ruhunu eşyalara satmasaydın, şimdi her aldığın eşyaya bir anlam,bir anı yükleyerek azıcık aşım kaygısız başım diyecektin. Ve şimdi kocanla birlikte olup hangi eşyayı ne zaman aldığınızı, nasıl sevindiğinizi paylaşıyor olacaktın.

MUHABBET OLSUN  

Yazan by: İpek

Yaşamlarımızda o kadar anlamsız şeyler oluyor ki bazen bunlar bizlere normalmiş geliyor. Ancak hangisi normal hangisi değil buna birlikte karar verelim.
Önce bize kabul ettirilmeye çalışılan şu misafir odasını ele alalım. İstesek de istemesek de birçok insan evinde misafirler için böyle bir yer ayırıyor. Hatta onun kapısını hala kilitli tutanlar bile var.
Şimdi anlatacaklarım daha enteresan…
Siz hiç misafir için ayrılan bir tuvalet gördünüz mü? Ya da ben görmekte geç kaldım. Bir arkadaşıma oturmaya gitmiştim. Doğal olarak tuvalete gitmek için yerini sordum. Ev sahibi birden öne atlayarak misafirler için olan tuvaletin diğer tarafta olduğunu söyledi. Aman Allah’ım bu ne lükstü böyle. “Vay be!” dedim… Yerime döndüğümde ev sahibinin açıklaması ile az önceki hayallerim yerle bir oldu. Meğerse mikrop kapmamak adına, ev dışından gelenlere böyle bir uygulama yapıyorlarmış. Yuh yani… Hayatımda duyduğum en berbat açıklamaydı.
Gelelim bir başka konuya; hani şu misafir için ayrılan çatal, kaşık, bıçak takımları var ya, işte onlara… Ben çok merak ediyorum. Hayatınızda kaç defa bunları kullanabilirsiniz? Alınan o süslü tabakları ne zaman kullanıyorsunuz? Misafirden misafire, öyle değil mi?
Hani şu çok beğenip alınan kıyafetlerimiz vardır ya… Özel günler için saklanan… Şimdi bakalım; bir ayda kaç kere özel bir gün veya gece oluyor. Şahsım adına söylersem yılda beşi geçmez. O yüzden de ben böyle özel günler için bir kıyafet almam. Benim için her gün özel…
Evinize misafir gelecektir. Sizi bir telaş sarar, temizliğe başlanır. Pasta börek yapılır. O misafir için ayrılan tabaklar bardaklar, çatal vs. görücüye çıkmaya hazırlanır. Her şey bittiğinde ise sizden geriye kalan sadece yorgun bedendir. Peki ne anladınız bu geceden diye sorsam? Paylaşım sonucunda savaş meydanına dönmüş bir ev ve yorgun bedenler.
Alışverişe gitmek için neden illa birini yanınıza almanız gerekiyor? Ben eğer bir şey alacaksam onu gider alırım. Ama kimseye “Güzel olmuş mu?” diye sormam. Benim beğenmem yeter. Çünkü giyecek olan benim. Hatta orada çalışan satış elemanları bile “Güzel olmuş.” derlerse almada çıkarım. Galiba ben cinsim…
Bir de şu dergilerde sorulan sorular vardır. Kocanız veya sevgiliniz tıraş olunca lavaboyu temiz bırakıyor mu? Diş macununu nerden sıkıyor? Eşyalarını nasıl bırakıyor? Banyo yaparken şarkı söylüyor mu? Buzdolabını neresiyle kapatıyor? Suyu nasıl içiyor? Diye süren bir yığın anlamsız sorular…
Birçok kişi okuyunca “Aaa aynı benim kocam, sevgilim, babam” demeye başlıyor. İyi de “ Aaaa” demenin bir anlamı yok ki, adam zaten normal davranışları yazıyor. Ne yani uzaylıyı bulup bize mi gösterdi? Bu aptalca sorular yetmezmiş gibi birde yoruma geçiyorlar. Eğer böyle yapıyorsa bu adam şöyledir ya da böyledir. İşte tamam, şahtık şahpaz olduk.

Şimdi dönüp kendime bakıyorum. Benim misafirler için ayırdığım özel bir yerim, kaşık, çatal, tabak, vs. de yok. Banyoya girdiğimde diş macunu nereden sıkılmışsa tam tersinden sıkıp daha şekilli olmasını sağlarım. Lavabo pisse temizlemesi toplam iki dakika, dert etmesi ise günlerce sürüyor. Seçim size ait. Buzdolabını isterse poposu ile kapatsın. Ne olacak. Suyu dikerek içiyorsa gelene şişenin dikilmiş olma ihtimalini söyleyiveririrm. İçip içmemek kişiye ait.
Yani bize bazı şeyleri sorun, bazılarını da kabul ettirmeye çalışıyorlar. Benim bu kadar boş şeyleri sorun yapacak kadar kıymetsiz bir beynim ve zamanım yok… “Pes yani İpek, el alem neler yazıyor sen tutmuşsun bunları yazıyorsun.” Diye içinizden geçiren varsa, ben başta söyledim. İşimiz muhabbet olsun…

GURBETTEKİ ÖĞRETMEN  

Yazan by: İpek

İki gündür okuduğum bu konular oralarda görev yapan öğretmen arkadaşlarımın sorunlarını dile getirmem gerektiğini hissettirdi.
Bizlerin aldığı maaş malum, hal böyle olunca öğretmenlerde daha fazla para kazanabilmek adına devletin açmış olduğu yurt dışı sınavlarına giriyor. Bu sınavlara girebilmek için çok fazla bilgiye de gerek yok. Komisyonda olan kişileri tanıyan bir vekil bulursanız size yurt dışında öğretmenlik yapma kapıları açılmış olur.
Bu insanlar, en azından buradaki maaşım birikir ümidi ile yola düştüler. Alacakları sadece 1600 ve 1700 euro arasında değişen ücretti. Gittikleri bölgeye göre aldıkları parada değişiyordu. İlk giden işçiler gibi trene değil bu sefer uçağa binmişlerdi. Şanslı olanlar bir iki gün içinde ev bulup yerleşti. Diğerleri ise camilerin misafiranesinde kaldı. En kötü şartlarda bir iki ay içinde kafalarını sokacak bir yer buldular. Gün içinde dört beş okula gidip ders vermeye başladılar. Bazı öğretmenler daha şanslı idi. Aralarında haftada iki gün gidende vardı.
Gitmeden önce öğretmenler sıkı sıkı tembihlenmişti. “ Arkadaşlar, sakın ola çocukların başlarını okşamayın. Aferin demek maksatlı bile omzuna dokunmayın. Yoksa sizi, biz bile kurtaramayız.” Birçok öğretmen gergin haldeydi. Çünkü biz böyle alışmamıştık. Gidenlerin çoğu sınıf öğretmeniydi. Bizler çocuklarımızın başlarını okşar, omzuna dokunup, destek verirdik. Bu nasıl bir anlayıştı…
Her şeye göğüs gerip gitmişlerdi. En azından orda Türk çocukları vardı. Bizimdiler… Gelin görün ki bu iş böyle olmadı. İki kültür arasında sıkışıp kalmış olan çocuklar ve aileleri gelen öğretmenleri ezmek için elinden ne gelirse yapıyorlardı. Sen çocuğuma sesini yükselttin, kaşını kaldırdın, ödevine bakmadın, onu tahtaya kaldırmadın vs vs … Şeklinde sudan sebeplerle ateşeliğe şikayet ediyorlar. Garip öğretmenim atılma korkusu ile ezildikçe eziliyor... Ezen kim? Bizim insanımız.
Bir çoğu eşini, çocuğunu, sevgilisini, ailesini bırakıp gitti. Götürenler ise bin pişman. Ne kadar kalabalık gidersen o kadar büyük ev tutman gerekiyor. Buda fazla kira ödemendi. Götürdüğün kişilere sağlık sigortası ödenmiyor, çalışmalarına da yasak konuyor. Yani karın ve çocukların sen gelene kadar evde beklemeli, hasta olmamalı…
Birde bitmek tükenmek bilmeyen toplantılar var. Ders bitti eve gidip dinleneceğim diyemiyorlar. Çünkü daha toplantıya gidecekler. Eğer işleyişten bir arkadaşına dert yandıysan vay haline, bil ki o senden önce sorumlu kişilere yetişmiş, senin gelip hesap vermen bekleniyor.
Bilirsiniz ki yurt dışındaki ara tatiller bizden daha sık oluyor. Gurbet, özlemi daha da arttırıyor. Bunu fırsat bilip özlediklerine kavuşmak için gelmek isteyen öğretmenlere “Dur bakalım!” deniliyor. Neden? Niye gidemiyorum? Dediklerinde “ Sen sadece yaz tatilinde gidebilirsin. Bu tatillerde burada olmalısın. Yoksa müstafi konumuna düşersin.”şeklinde açıklama yapılıyor.
En önemlisi de girdikleri derslerin aslında çocukların ve velilerin isteğine bağlı olması.Eğer sınıfına Türk ailelerin çocuklarından oluşan on beş kişilik bir mevcut oluşturamıyorsan vay haline… Ailelerin derse bakış açısı ise içler acısı. “Zaten sizin verdiğiniz dersler önemli değil. Bu dersten kalmak yok. O yüzden çocuğum ister öğrenir ister öğrenmez. Sen notunu yüksek tut ki çocuğumun morali bozulmasın.” Hey gidi benim öğretmenlerim, her yerde çilekeşsiniz.!
Mademki girdikleri dersin oradaki veliler tarafından önemi yok, niye öğretmen yollarsınız. Siz zaten burada yeterince eziyorsunuz. Birde oradakiler ezsin diye mi yolladınız?

Öğrenciler bağırır, veliler bağırır, ateşelik bağırır, gurbettekiler özledik diye bağırır, bağırırda bağırır…
Öğretmen susar,susar, susar…
Ve bir gün “Hay senin işleyişine, düzenine öğretmen olduğum güne…” der.
İşte o gün, benim öğretmenimin elinde taşıdığı meşale söner.

TARİKATTEN CEMAATE  

Yazan by: İpek

Tarikatlardan konu açılmışken bizzat kendi yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Bulunduğum yerde adı yine önemli olmayan bir cemaatin hem öğrenci yurtları hem de dershaneleri var. Herkesin kafasında hangi cemaat olduğu canlanmıştır herhalde…
Bundan üç yıl önce oturduğum evin giriş katına öğrenciler taşındı. Öğrenciliğin ne demek olduğunu bildiğim için iki gün sonra gidip kapılarını çaldım. Bir istekleri olursa hiç çekinmeden gelebileceklerini söyledim. Biraz utanarak beni içeri davet ettiler. Bende davete icabet ettim. İçeri girdiğimde evde oturacak bir somya bile yoktu. Yerde ince bir kilim, piknik tüpü ve birkaç tane mutfak eşyası vardı. Dördü de üniversite öğrencisi idi. İkisi ikinci sınıfta diğerleri ise son sınıftaydı. Muhabbeti, yapılan çayla birlikte iyice koyulaştırmıştık. Daha önce nerede kaldıklarını sorduğumda cemaatin yurdunda olduklarını söylediler.
Bu evin haline bakınca, burayı cemaat tutmuş olamazdı. Çünkü nasıl evler tuttuklarını biliyordum. “Peki şimdi neden orda olmayıp, kendi başınıza ev tutunuz?” Diye sorduğumda, kızlardan biri gözleri dolarak kendisinin anlatmak istediğini söyledi.
“Ablacığım, ben fakir bir ailenin kızıyım. Biz dokuz kardeşiz. Babam hamallık yaparak ekmeğini kazanıyor. Ben ilköğretim dönemine kadar annemin yaptığı tatlıları sattım. Öğretmenlerim olmasaydı okuyamazdım. Üniversiteyi kazanınca eşyalarımı koyacak bir valizim bile yoktu. Hoş eşyada yoktu ya… Babamla bit pazarına gidip, bana kıyafetler aldık. Şimdi ben böyle bir durumda iken nerede kalabilirdim. Hangi yurt beni parasız alırdı. Böylece ben bu cemaatin yurduna gidip durumumu anlattım. Onlar da bana bazı sorular yönelttiler. Ben bu soruları başarı ile geçince yurda alındım. Zaten namaz kılıyordum. Ama başım açıktı. Ancak her şey dışardan göründüğü gibi değilmiş.
Fakir her yerde fakirmiş. Sürekli görevler veriyorlardı. Yardım eden ailelerin çocuklarına mecburi olarak ders vermemizi istiyorlardı. Birde bağlı olduğun ablan vardı. Abla dediysem yaşça büyük biri değil. Sadece ast-üst ilişkisi. O sana bugün neler yaptın? Kaç kere nafile namazı kıldın. Şu kitabı okudun mu? Kimlerle konuştun? Diye hesap soruyordu. Her seferinde de yurt görevlileri çağırıp, bizim zaten parasız kaldığımızı hatırlatıyordu. O yüzden şikayet etme hakkına sahip değildik. Televizyon yasaktı. Farklı kitapları okumak, başta günah sonra yasaktı. Hafta da bir iki kez kendi seçtikleri filmleri izletiyorlardı. Okulda bağlı olduğumuz cemaate insan çekmek için bilgiler veriliyordu. Birde ayda bir ağabeyler geliyordu. Bizler onların karşısına geçip neler yaptıklarımızı anlatmak zorunda idik. Ben erkeklerin önüne çıkmak günah değil mi? Dediğim zaman, “Onlar dışarıdaki erkekler gibi değil. Size kötü gözle bakmazlar.” deniliyordu. Yurtta kaldığın arkadaşlarınla fazla samimi olamazdın. Yani sürekli konuştuğun, anlaştığın, dost dediğin biri olamaz. Bu arada sigara ve erkek arkadaşın lafı bile olamaz. Sokakta sınıf arkadaşınla konuşsan, yurda gittiğinde çağırılıp sorguya çekiliyordun. Ben yurttan çıkmadım. Atıldım. Hem de bir akşam vakti, nereye gidersen git dendi. Sebebi ise; yaz kursuna kalmam istendi. Yazın aileler bu kurslara çocuklarını yollarlar. Bizlerde eve gitmeyip onlara dini eğitim ve okuduğumuz bölümlere göre derslerinde yardımcı oluruz. Ailem kursa kalmama izin vermedi. Bunu yurt görevlisine söylediğimde bana “O zaman ailene yalan söyle.” dendi. Hani yalan günahtı dediğimde, “Sen hayırlı bir şey yapacaksın. Ailen senin sevap işlemeni engelliyorsa yalan söylemek mübahtır.” dedi. Uymayıp gittiğim içinde beni yaz dönüşü attılar. Bu kız nerede kalır? Diye düşünmeden kapının önüne koydular. Zaten olayları sorguladığım için atılacağımı biliyordum. Çünkü orada soru yasak, koşulsuz itaat vardı. Hal böyle olunca benim gibi düşünen dört arkadaşla bu evi tuttuk. Şimdi buradayız…
Ellerim soğuk soğuk terliyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. İlerleyen zamanlarda öğrendiklerim ise çok daha hayret verici idi. Bu kızlar bir yıl yurtta kalabiliyorlarmış. Daha sonra cemaat evlerine naklediliyor. Ev dediysem aklınıza virane bir yer gelmesin. Dayalı döşeli, mutfağında bulaşık makinesine, kaloriferine varıncaya kadar olan evler tutuluyor. Her evin bir ev ablası var. O kızlardan sorumlu. Onlar da bir üstüne diye böyle sıralanıyorlar. Evlere öğrenciler geliyor. Bu kızlar onlara derslerinde ve dini eğitimlerinde yardımcı oluyorlar. Kendi dersleri ise son planda. Dördüncü sınıfa geldiklerinde kızlara birer fotoğraflı form doldurtuluyor. Bu formda nelerden hoşlandıkları, yaş boy, kilo, ne kadar kitap okudukları, özel zevkleri, nasıl biri ile evlenmek istedikleri gibi sorulara cevap veriyorlar. Sonra bunlar karşılaştırılıp uygun birkaç eş adayı seçiliyor. Farklı illerden abla ve ağabeyler aracılığı ile görücüye geliniyor. Kızın ailesine değil tabi. Bu kişiler kızın bağlı bulunduğu bölge temsilcisine geliyor. Kız kabul etmezse başka seçenekler sunuluyor. Başka bir cemaatten veya tarikattan olan evlilikler kabul edilmiyor; ihraç ediliyorlar. Bu kızlar okulu bitirince devlet memuru olarak atanmalarına izin verilmiyor. Eğer devlette çalışacaksan atılıyorsun. Onların belirledikleri dershanelerde çalışmanız gerek.
Gelelim benim kızlara... Onlarla iki yıl birlikte yaşamımızı sürdürdük. Emin olun hiçbir şeye ihtiyaçları olmadı. Bunları anlatan manevi kardeşim şu an Malatya’da İngilizce Öğretmeni olarak göreve başladı. Bir de erkek arkadaşı var. Eylülde evleneceklermiş. Diğerleri ise farklı illere atandılar. İbadetin cemaat tekelinde olmadığını anladılar. Hala hepsi namazında ve ikisi tesettürlü. Şu an sadece başları örtülü, beyinleri değil.
Hani iyilik karşılıksız yapılmalıydı? Bir elin verdiğini diğer el görmemeliydi? hani hangi şartlarda olursa olsun yalan söylemek günah değilmiydi? Ailenin rızası olmadan o kızları birileri ile evlendirmek kimin haddine düşer? Hele hele o kızı akşam vakti sokağa atmak hangi inanca sığar?

Aslında bana verecekleri cevabı biliyorum. "Ey kuş beyinli, onlar dine hizmet ediyorlar. Sen anlamazsın." Dediler ve diyeceklerde...

Evet, haklılar. Benim kuş beynim sizi hiç anlamayacak. Keşke sizde de kuş kadar beyin olsa...

EVİMİ İSTİLA ETTİLER  

Yazan by: İpek

Yine ne buldun demeyin sakın. Ben bulmuyorum valla, onlar beni buluyor. Daha önce bahsetmiştim. Mutfak camıma kumrular yuva yapmıştı. Şimdi torunlarım var. Ellerinizden öper. Salon ve mutfak balkonuna da kırlangıçlar yuva yaptı. Onlarda maşallah çoğaldılar. En büyük zevkleri balkonuma pislemek.
Hani günlerdir deniliyor ya “Cama, sokağa su koyun, hayvanlar susuz kalmasın.” diye…
İnanın yaptım. Her camda bir tas su ve bir tasta ıslatılmış ekmek var. Yesinler, içsinler diye. Afiyet olsun. Benim sorunum içerdekilerle.
Efendim, beni sakın hayvan düşmanı falan sanmayın. Valla değilim ama evde kedi, köpekte beslemiyorum. Ben karınca besliyorum. Şaşırmayın sakın, basbayağı karınca besliyorum. Bir gün mutfakta karıncaların gezindiğini gördüm. Aman da aman kimler varmış diye onlara biraz ekmek kırığı koydum. Beş dakika sonra kırıntıdan eser yoktu. Bu iş hoşuma gitmişti. Bari yerlere düşen kırıntıları toplarlar diye düşündüm. Mutfak evyesine sürekli biraz kırıntı bırakıp o günlük kışlık erzaklarını toplamalarını sağlıyordum. Bazen de toz şeker döküyordum. Bir gün ev sahibimin hanımı ile mutfakta kahve içerken birden karıncalar dikkatini çekti.” Aman kızım sakın bunları öldürme. Bunlar kırmızı karınca bereket getirir” Dedi. Siyah karıncalar için bir şey demedi. Galiba onlar bereket getirmiyordu. Ben gururla onları beslediğimi söyledim. Yarı şaşkın bir halde “Aferin kızım.”dedi. Ben aferini almıştım ya tam gaz beslemeye devam ettim. Benim karıncalar artık o kadar rahattılar ki sadece mutfakla sınırlı kalmadılar. Evin diğer odalarına da yerleşmeye başladılar. Bu olaydan hoşnut değildim ama iple de bağlanmıyorlardı. Artık arsızlaşmışlardı. Banyo ve tuvaletten sonra yatak odama kadar geldiler. Şimdi onları öldürsem bereket gidecekti. Öldürmesem de ben gidecektim. Olayı şiddete kadar götürdüler. Evime her gelen misafiri ısırıyorlardı. “Allah bu ne?” Diye bağıran arkadaşlarıma “Sakin olun, benim karıncalar onlar. Isırmazdı ama neden şimdi bunu yaptı ablası, halası, teyzesi amcası…” falan demeye başladım.
Hayvan sevgisi de bir yere kadardı. Ucunda bereket olmasa ben gösterirdim onlara… Dua etsinler ki bereket getiriyorlarmış. Artık samimiyeti iyice ilerletmiş birlikte yatmaya başlamıştık. Gece ısırdıklarında “Pardon üzerinize mi yattım.” demeye başladım. Ta ki bir gün buzdolabının kapağını açık unutana dek…
Ben buzdolabında soğuk bir şeyler ararken, telefon çaldı. O arada ellerim dolu olduğu için kapağını kapatmayı unutmuşum. Eee benim buzdolabı açık kalınca öten cinsten değildi. Bunu fırsat bilen karıncalarım istikameti belirlemişlerdi. Bir saat sonra mutfağa geldiğimde inanılmaz manzara ile karşılaştım. Girmedikleri, tadına bakmadıkları, hiç bir şey kalmamıştı. En inanılmazı da şu vakumlu yiyecekleri delip içini oymalarıydı. Ben onları bıçakla bile zor açıyordum. Bizim bereket getiren karıncalar her ne hikmetse bana bereketsizlik getirmişlerdi. Evin kirasını ben ödüyorum. Onlar koloni halde yaşıyorlardı. Utanmadan bir aylık kahvaltımı ve diğer yiyecekleri talan etmişlerdi. Hayvan sevgisi ve beklenen bereket buraya kadardı.
Hemen karınca tozu alıp her tarafa saçtım. Nasıl olsa onlar böyle durumlar için acil kapı çıkışları yaparlardı. Üç gündür onların gitmesini bekliyorum. Onlarda benim gitmemi… Bu savaşı kim kazanır bilemiyorum ama siz siz olun evde karınca beslemeye kalkmayın.

EFLATUN RENKLİ ELBİSE  

Yazan by: İpek

Eflatun renginden nefret ediyorum. Demek ki çocukluğuma inmem gerekecek…
Kim beni bu renkten soğuttu. Kimse suçlu, çıksın ortaya. Bakalım kim miş?
Yıllar önce “Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter. Güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter.” sözünü çok küçük yaşlarda acımasızca öğrendim. Sivilceleri ise ergenlik döneminde…
Ailem iflasın nasıl bir şey olduğunu yaşarken, ben de yaklaşan bayramda bana hangi kıyafeti alacaklarını hayal ediyordum. Sürekli bununla ilgili sorular soruyor, annemi bayıyordum. O tüm şefkati ile sabretmemi, eflatun renkli elbisenin hayallerini kurmamı istiyordu. Günler geçiyor ama bizimkilerden ses çıkmıyordu. Ben her sabah erkenden uyanıp bu gün çarşıya çıkacağız diye bekliyordum. Hatta annem mutlu olsun diye yumurta bile yiyordum. Eee... Ne yaparsınız! Ucunda elbise vardı. Fakat yediğim yumurtalarla kalıyordum. Bir gün annemle babamı bahçede konuşurlarken duydum. Ben sürprizi öğrenme hevesi ile onları dinlemeye başladım. Annem bayram için istediğim elbiseyi teyzemin alacağını söylüyordu. Babam ise bundan hoşnut değildi. Bana söylemeleri gerektiğini savunuyordu. Annem, hayallerimi yıkmamaları gerektiğinden bahsediyordu. Çocuktum. Yedi yaşındaydım. Ama bazı meziyetleri “inat, gurur, azim, sabah ki çekilmez hallerimi” babamdan almıştım. Yani ben, babamın kızıydım.
Bayramdan iki gün önce teyzem elinde bir paketle evimize geldi. Annem kardeşini sıkı sıkı kucakladıktan sonra bana yöneldi. “İpek, bak teyzen geldi. Galiba sana bir de hediyesi var”. dedi. Ben babama bakıp yüz ifadesini görmeye çalışıyordum. Hayatım boyunca unutamayacağım görüntüyü, beynim kaydedecekti. Babam başı önde, çaresiz bir şekilde, kısık bir ses tonuyla “Hadi git. Benim inci tanem” diyordu. Gözlerini görmediğim için yanına kadar yaklaştım. Ellerimi yanaklarına koydum. Babam, her zaman benim yaptığım bir şeyi yapıyordu. Ağlıyordu... İnanılır gibi değildi. Ağlayan annem değil, babamdı. Babama dönüp “”ağlama” diye bağırıyordum. Hem de kimse beni susturamıyordu. Babam ağladı, ben ağladım. Benden çok uzun olduğu için bacaklarına sarılıp ağlama diye yalvarıyordum.
Teyzem olanların şoku ile daha fazla kalmak istemeyip evine gitti. Annem ise beni sakinleştirmek için tüm yeteneklerini ortaya koyuyordu. O gece ilk defa annem ile babamın kavga ettiklerini duymuştum. Sebebi bendim…
Bayram sabahı çok erken uyandım ama yataktan kalkmadım. Annem teyzemin getirdiği elbiseyi başucuma asmıştı. Eflatun renkli bir elbise ve eflatun renkli bir ayakkabı. Kahvaltıdan sonra annem beni giydirmeye başladı. Ona bu elbiseyi giymeyeceğimi söylüyor ve ağlıyordum. Annem ise bahçemizdeki erguvan ağacının renginde bir elbise istediğim için teyzemin bana bu rengi aldığını söyleyip, hayallerimin gerçek olduğunu anlatıyordu. Babam benim ağlamalarıma daha fazla dayanamayıp olaya müdahale etti. Bana ne giymek istediğimi sordu. Ben ise “hiçbir şey” diye yanıtladım. Sonra annemi odamdan çıkarıp “Hadi sen ne istiyorsan giyin ve gel.” dedi.
Ben üzerimdeki elbiseyi çıkarıp; fanila ve külotla kalmıştım. Salona öylece çıktım. Babam ve annemle bayramlaştım. Annem böyle dolaşamayacağımı söyleyip, giyinmem için beni ikna etmeye çalışıyordu. Ama başarılı olamadı. Ben o kıyafetle bütün komşuların bayramını kutlamaya gittim. Ve bayram bitene kadar kimse bana o hayalimdeki renk olan eflatun elbiseyi giydiremedi.
O elbiseydi, babamı ağlatan. Benim babama acımama ve evde kavganın olmasına sebep olan... Nasıl giyerdim? Giyemezdim ve giymedim de…

Çocuktum. Yedi yaşındaydım. Ama her şeyi yorumlayabiliyordum.
Çocuktum. Yedi yaşındaydım. Ama babamın bir damla göz yaşına tüm oyuncaklarımı, balonlarımı ve elbiselerimi verebilirdim.

Her eflatun rengini gördüğümde, giymediğim elbiseyi, babamın boynunu büküp döktüğü göz yaşlarını hatırlarım.

Şimdi ise ne bir eflatun renkli elbisem nede ağlama diye dizlerine sarılacağım bir babam var…

* Eğer arkanızdan bir gün benim gibi evladınızın da yazı yazmasını istemiyorsanız, lütfen çocuklarınızla her şeyi paylaşın. Onların seçimlerine saygı duyun.Çünkü her çocuğun hayalinde vaz geçilmez kare olan anne babasının mutluluk tablosu vardır.*

DÜRÜST DEĞİLİM  

Yazan by: İpek

Bu yazıyı "neden ve niçin?" yazdığımı inanın bilmiyorum. Yazacaklarım çok mu önemli diye düşünüyorum. Kimilerine göre evet kimilerine göre hayır olabilir. Bana göre mi? Şu an bilmiyorum.
Bazen hayatımda dürüst olamıyorum. Bu olay beni, sonrasında çok etkiliyor. Bu aynı yememeniz gereken bir yemeği yiyip sonucunda hazımsızlık çekmek gibi bir şey. “İyi ya üzerine maden suyu içersin, geçer.” Diye düşünüyorsanız, geçmedi. Belki de bunları yazınca bir nebze olsun rahatlayacağım.
Bu gün, daha tanışalı koca bir iki gün olan arkadaşıma bazen dürüst olmadığımı söyledim. O da bana “Kim dürüst ki” diye cevap verdi. Çok garipti. Daha tanışalı iki gün, konuşmaya başlayalı ise yirmi dakika olmuştu. Ben ise itiraflara başlamıştım.
Şimdi itiraf zamanı…
Önce günlük yaşamdan örnekler vermek istiyorum.
1) Arkadaşım saçını boyatmıştı. Bana “Nasıl olmuş?” diye sordu.
Vermem gereken cevap: Bu renk sana gitmemiş. Yani güzel olmamış.
Söylediğim İse: Hmm… Şöyle ışığa doğru dön bakayım. Evet, çok farklı olmuş. Yani güzel.
2) Bir haftadır araştırma yapmam gereken bir konu için “ Hala araştırmadın mı?” sorusuna karşılık
Vermem Gereken Cevap: Hayır. Araştırmadım. Çünkü unuttum.
Söylediğim İse: İnan nasıl yoğundum anlatamam. Unuturmuyum hiç… Akşama elinde bil.
Yalancı, bal gibi unuttun. Sen her zaman her şeyi unutursun. O yüzden buzdolabının rengi bile yapıştırdığın notlardan görünmüyor. Tabiki analatamazsın.
3) Bazen ağlamak için bir bahane ararım. Bulurum da… Sabah olunca densizin biri herkesin ortasında sorar. Sen ağladın mı?
Vermem gereken cevap: Evet canım ağladım. Hem de bağıra bağıra ağladım. Sırf canım istediği için ağladım. Anlayabildin mi?
Söylediğim İse: Çok geç saatlere kadar pc başında kalmaktan gözlerim yoruldu. Herhalde ondandır.
Yalan; istediğim için ağladım desem, bana deli gözü ile bakacağından çekindiğim için söyleyemedim.
4) Evde uzanırsınız. Tam uykuya dalmak üzere iken telefon çalar. Karşıdaki “ Canım uyuyor muydun?” diye sorar.
Vermen Gereken Cevap: Uyuyordum ama, sayende şimdi uyandım.
Söylediğim İse: Yok canım, sadece uzanmıştım. Tembellik yapıyordum.
Yok yaaa… Bal gibi uyuyordum. Ama söyleyemedim.
Bu örnekleri istemediğiniz kadar çoğaltabilirim.Ama çoğaltmak istemiyorum.
Gelelim onpuntodaki maceralara …
Bir çoğumuz kendi ismi ile bile yazmıyor. Sen sanki kendi ismini mi kullanıyorsun? Diye sorarsanız, cevabım hayır olacak. Ama hafifletici sebepler bulabilirim. İsmimin ilk harfi “i” ve iki heceli. Uysa da söyledim, uymasa da. Bende bahane çok. Bu çok mu gerekli derseniz; dürüstlük derim. Bazen okuduğum yazılarda kitabi bir dil kullanılmasına rağmen duygu yoksunluğu görüyorum. “O senin eksiğindir.” Diye düşünüyorsanız, eyvallah derim. Bazen de sırf yazıya kızıp yorum yapmak adına yazılan yazılar görüyorum. Sanki “Al bu da sana kapak olsun.” der gibi. İçimden “Güzel arkadaşım, madem adamın veya kadının yazısına kızıp yorum niteliğinde bir yazı yazmak istedin. Neden o yazıyı uzatmadın. Sırf o gündemde kalmasın, en çok okunan veya en çok yorumlananlara girmesin diye mi?” demek geçiyor. Diyor muyum? Hayır.
Bazen de birbirlerini sürekli takip edip yorum yapanları görüyorum. Bir çoğunu dört aydır izliyorum. Hep aynı yorumlar oluyor. “Yine döktürmüşsün. Ağzına sağlık. Klavyene sağlık. Annene babana selam, Falan filan…” Diye devam ediyor. Bir gün bile “Yazını hissetmedim, içerik çok medyatik, bu yazı senin tarzın değil.” gibi yorumlar okumadım.
İyi, “Sen ne kadar çok bilmişsin böyle. Bundan sonra, sen böyle yorumlar yap, bizde görelim.” diyorsanız; ben bu konuda dürüst olmadığımı yazımın ta başında söyledim.
Şu güzel, şu çirkin diye sınıflandırmak benim haddime düşmez. Burada yazan arkadaşlarımdan herhangi bir üstünlüğüm yok. Aksine eksiğim çok.
Bazen bu tarz yorumlar yapmak istediğimi dile getirdim. Ancak dürüstlüğümün kabalık olarak algılanmasından korktuğum için yorum yapmamakla yetiniyorum.
Peki, bundan sonra sen görürsün. Yazılarına tamamen dürüst olarak yorum yapacağız. Bakalım beğenecek misin? Şeklinde düşünenleriniz olursa; bizim buraların güzel bir sözü vardır.

Başımla birlikte kabulümsünüz…

İtiraf ediyorum. Yazdıklarımın çoğunu yaptım. Ve çoğunu düşündüm. Ama bu yorumları yazmadım. Ben dürüst olamadım.

Şimdi öz eleştiri sırası sizde…

30/06/2007 de yazılmış bir yazı

BIKTIM KİRACILIKTAN!  

Yazan by: İpek

Ben toplumumuzdaki birçok insan gibi kiracı ve mağdur edilenim. Evi olmayan, boynu bükük, mülk sahibi ne derse onu yapmak zorunda olan biriyim.
Kahrolası dünyada kafamı sokacak kendime ait bırakın bir evi bir kümesim bile yok. Hal böyle olunca da ev sahiplerine muhtaç oluyorsunuz.
Maaşımı aldığımda her memur gibi evime ekmek bile almadan ev sahibine kirayı veriyorum. Böylece evin bir ay bana ait olduğunu hissetmek istiyorum. Ama maalesef bu böyle olmuyor. Neden mi? Bakın şimdi…
Bu eve geçen yaz taşındım. Ev sahibi evin kalorifer, güneş enerji ve kapıcısının olduğunu söyledi. Aman ne güzel dedim. Sonra ev sahibi dinimi, hangi mezhepten olduğumu, etnik kökenime varıncaya kadar sordu. Bu sorulardan tam puan alınca sözleşme yaptık. Ben o hengame içinde eve alıcı gözüyle bakmadım. Zaten böyle bir bakış tarzı da bu maaşla olmaz. Her neyse konuyu dağıtmadan devam edeyim. Bir hafta içinde ben eve taşındım. Taşındım taşınmasına da evde kalorifer peteklerini göremedim. Hemen ev sahibini çağırıp sordum. Bana daha yapılmadığını ancak bu ay başlayacaklarını söyledi. Evde eşya varken kalorifer tesisatının döşenmesinin ne demek olduğunu, başından geçenler bilir. Bunu anlatmak bile istemiyorum. Neyse, ben bir ay sonra evde sekiz işçi ile birlikte on beş gün cebelleştim. Artık rahat edecektim.
Kış yüzünü göstermeye başladığında ev sahibine ne zaman kaloriferlerin yanacağını sordum. Duyduğum cevap inanılmazdı. Daha kazanı taktırmadığını söyledi. Biz, ya sabır diyerek Aralık ayına kadar kendi imkanlarımızla ısınmaya çalıştık. Sonunda beklenen gün geldi. 25 Aralık günü merasimle kaloriferler yandı. Biz bayram çocukları gibi sevinmeye yeni başlamıştık ki bu takriben on beş gün sürdü ve birden ısımızı kaybetmeye başladık. Ortada çok önemli bir sebep vardı.
Dışarıda güneş çıkmış ve benim canım ev sahibim hacı olduğu için israftan kaçınıyordu. İşin en traji komik yanı ise kiracılardan çıt çıkmıyordu. Ben örgütlenme sevdam ile tüm kiracıları toplayıp bu gidişata dur demenin vakti geldiğini açıklamaya başladım. Hepimiz artık tek yürektik. Sıra ev sahibi ile yapacağımız toplantıdaydı. Gün kararlaştırıp, evlerimize dağıldık. Toplantı günü hepinizin tahmin ettiği gibi, yalnız kovboy olarak kalmıştım. Ben yine de kendi rahatsızlıklarımı dile getirerek konuyu anlattım. Böylece tekrar yanmaya başladı. Bu toplam bir ay sürdü.
Şubat ayı geldiğinde, artık yanmayacağı söylendi. Hepimizden bir aylık kömür parası olarak 1200 YTL istendi. Tüm hesap kitap işlerini üstlenerek tekrar ayaklandım. Ödememiz gereken ücretin sadece 200 YTL olduğunu ortaya çıkardım.
Biz soğukta yaşamayı, ev sahibimde istediği parayı alamayacağını öğrendi. Mangalda kül bırakmayan komşularım ise peşin verdikleri paranın acısı ile kıvranmaya başladılar. Geri alırlar diye düşünüyorsanız, biraz zor. Gelecek kış için kömür yatırımında kullanıldı.
Gelelim yaz sıcaklarında çektiklerime. Üç gündür depo ve güneş enerjisinin suyu akmıyor. Ben arıza dolayısıyla çalışmadığını düşünüp tamirci çağırdım. Bu gün öğrendim ki ev sahibim depo taştığı için bana söylemeden vanaları kapatmış. Dışarıda ki sıcaklık 45 derecenin üstünde ve ben susuzum. Hazır tamircide bulmuşsun yaptır ya da açsın vanaları diyorsanız, o biraz zor. Çatının anahtarı bir tek ev sahibinde var. O da bir haftalığına yazlığa gitmiş.
Şimdi ben çıldırmayım da kim çıldırsın……

HAKKINIZI HELAL EDİYOR MUSUNUZ?  

Yazan by: İpek



Cenaze namazından sonra imamın merhum için “helallik” istediği an biri çıkıp da “ Hakkımı helal etmiyorum.” dese acaba imam ne yapar diye sürekli düşünmüşümdür. Bugün okuduğum bir haberde cevabımı aldım. O çıkıntılık yapan kişiyi camiden atıyorlarmış.

Petlas’ın patronu Abdulkadir Özcan’ın cenazesinde, 2003 yılında kendisi için çalışıp parasını alamayan işçisi hakkımı helal etmiyorum diye bağırmış. Oradaki görevliler de adamı uzaklaştırmaya çalışmışlar. Sayın Özcan’a Allahtan rahmet yakınlarına da baş sağlığı diliyorum.

Benim takıldığım konu, aksi bir cevap verildiğinde imamın ne yapacağıydı. Yani bu sorunun cevabı gerçekten merak ediliyor mu? Yoksa hak helalliği istendiğinde formalite gereği “Ediyorum!” deyip içinden de bela mı okunması gerekiyor? Böyle bir soru, her ölen kişinin arkasından soruluyorsa demek ki önemi büyük… Boşuna kul hakkı yemeyin diye ısrarla söylenmiyor.

Orada yapılması gereken tek şey bu adamın neden hakkını helal etmediği dinlenip, borca kefil olan birinin çıkmasıydı. Görünen o ki bizler farklı gelebilecek cevaplara hala hazırlıklı değiliz. Ölmüş birinin başında bile helallik istenirken “Biz soruyu soruyoruz ama siz tek cevap olan ‘ ediyoruz’ u söyleyeceksiniz.” deniyor. Yani orada herkes ezberletileni söyleyecek, defnedildikten sonra ise isteyen istediğini hatta “Sözümü geri aldım. Sırf orada utandığım için hakkımı helal ettim. Yoksa sana günahımı bile vermem.” de diyebilirsiniz.

Son anda bile insanların ikiyüzlü davranması isteniyor. Herhalde burada da cemaat baskısından korkuluyor. Birinin hakkını yemek, hor görmek, dışlamak güçlerin birleşmesi ile kolaylıkla yapılır. Sürü politikası güden kişiler de bu gücün etrafında pervane olur. Asıl zor olan ise doğru bildiğini sakınmadan söylemek, mücadele etmektir. Olduğun gibi ya da göründüğün gibi olabilmek…

Timsah gözyaşlarına o kadar çok alışmışız ki doğrular canımızı acıtır hatta bizleri korkutur olmuş. Aksi bir cevabı kabul edemeyeceksek göstermelik dini vecibeler yapmanın bir âlemi var mı? Boşuna helallik istenmemeli… Hatta cemaatten beklenen cevap, banttan yayınla da dinlenebilir. Nasıl olsa kimse size fikrinizi sormuyor. Rolünüzü en iyi şekilde yapıp, “Helal olsun!” demeniz yeterli. Sonrası mı? Onun için de yaşadığınız acıları, haksızlıkları düşünerek doğaçlama yapmanız kâfi…




*21/05/2008 de yazmış olduğum bir yazı…