KUTLAMA MESAJI  

Yazan by: İpek

Uzun zamandır beni yalnız bırakmayarak yazılarımı okuma nezaketinde bulunan, adlarını bilmediğim ancak haritadan kırmızı noktalarla takip edebildiğim arkadaşlarıma öncelikle çok teşekkür ediyorum.

Ramazan Bayramı dolayısıyla da tüm Müslüman âleminin bayramını kutlar, nice bayramları ağız tadı ile sağlık ve mutluluk içinde geçirmenizi temenni ederim.

YAĞMURUN YAŞATTIKLARI  

Yazan by: İpek

Günlerdir erken uyanmanın verdiği stres, nihayetinde dokuz günlük tatil haberi ile bir nebze olsun dindi. Çünkü bu tempoya daha fazla dayanabileceğimi hiç ama hiç zannetmiyordum. Uzun zamandır ilk defa “yani üç haftadır” sabahım mutlu geçti. Tek sorun; günlerdir dinmeyen yağmurda...
Bir çok insan yağmurda gezinmeyi, aşkını anlatmayı, camdan bakmayı, falan filanı sevebilir ama ben sevmiyorum işte! Yani sevmiyorum diye de mevsimler üçe inecek değil ya! En azından arada bir güneş yüzünü gösteriyor ve gök kuşağını seyredebiliyorum. Buda bir şey…
Ufak tefek işlerimi hallettikten sonra dışarıyı seyretmek için balkona çıktım. Hani şu yağmur sevdalılarının dediği gibi toprak kokusunu içime çekmek istedim. Günlerdir yağan yağmurdan sonra maalesef ki toprak kokusu falan kalmamıştı. Ama ben ısrarcıydım. Koku yoksa romantik laflar edip hatta şiir bile yazabilirdim. Alıcı gözüyle yağan yağmura ve etrafa bakmaya başladım. Karşı binaların alt katlarına su dolmuştu. Kadınlar eşyalarını dışarı çıkarmak için çırpınıyor, çocuklar ise komşulara teslim ediliyordu. Herkes birbirine bağırıp duruyordu. İçimden “Acaba yanlış yöne mi bakıyorum?” dedim. Mutlaka yanlıştı… Romantik olmam gerekiyor ama bu manzara karşısında sadece isyan duygularım depreşmişti.Hemen ters yöndeki balkona geçip seyrime başka bir açıdan devam etmeye başladım. Buradaki manzara ise diğerinden daha beterdi. Ağaçlar devrilmiş, hatta komşunun duvarı bile yıkılmıştı.
Bunca olayı gördükten sonra “Ah ah! Yağmurda gezmek, camdan yağışını seyredip çay yudumlamak ne kadar güzel olur.” diyemiyorum ne yazık ki… Bunu düşünecek kadar tuzu kuru bir insan değilim. Tabiî ki de doğanın yağmura ihtiyacı var. Bunu asla yadsıyamam ancak dışarıda yüzlerce insan bu durumda iken yağmur romantizmini de içime sindiremedim. Demek ki olaylara yaklaşımım veya bakış açım farklı… Ya da anormal bir insanım.
Bu düşüncelerle içeriye girdiğimde radyonun nağmelerine kulak verdim. Güzel bir türküydü. Sanki hüznüm bir kat daha artmıştı. Birden tanıdık bir ses ciyaklamaya başladı. “Kısa bir reklam arasından sonra yine sizlerle birlikteyiz.” Bu ses, sabahları “Günaydın Türkiye!” diye bağıran cırtlak kızın sesiydi. Koku almış tazı gibi yerimde çakılıp kaldım. Tek istediğim “bizi şu numaradan arayabilirisiniz” demesiydi. Bıkmadan reklamları dinlemeye başladım. Numarayı vermeliydi. Verdi de… Artık öcümü alacaktım. Tam radyoyu kapatacaktım ki son reklam öç alma duygumu ertelememe neden oldu. Bu bir peçete reklamıydı. “İftar sofralarına yakışan … peçeteleridir.” diye devam ediyordu.
Millet yemeğe katık bulamazken senin kağıt peçeteni mi sofraya alacak? Peçeteni satmak istiyorsan sat da iftar sofrası ile bağdaştıracak kadar basitlik sergileme. Ramazan ayı geldiği günden beri tüm reklamlar bu aya yönelik işlemeye başladı. Durumdan nemalanmak bu olsa gerek… Ramazan dolayısıyla her şeyin iki katına çıktığı bir ülkede aslında bu uyanıkları çok görmemek gerekiyor. Onlar hayatları boyunca yoğurdun kaymağını yemeye alışmışlar. Halkın etinden, sütünden tüyünden, tüsünden faydalanmazlarsa içleri rahat etmez.
Dışarıda yağmur mu yağıyor, fakirin evini su mu basmış kime ne? Al eline çayını yağmuru seyredip hayallere dal… Sofrasında kuru zeytinle orucunu açanlar, gidecek evi olmayanlar varmış. Bundan bize ne… Sofrasında üstü dondurma altında künefesi olan tatlısı, kolası ve peçetesi olsun. Özellikle de peçete… Mutlaka olmalı!
Keşke yağmuru seyrederken hayallere dalacak kadar huzurlu, ellerini peçete ile silecek kadar tok olan insanların olduğu bir ülkede yaşayabilseydim.

NEDEN AZ YAZIYORUM?  

Yazan by: İpek

Eskiden ama çok eskiden yani Onpunto adındaki çöplüğümüz kapanmadan önce gün aşırı yazı yazardım. Okuduğum bir haber veya geçmişte yaşadığım bir olay kısacası keyfim neyi emrederse o dökülürdü parmak uçlarımdan…

Yaşamımda öyle bir yer almıştı ki kendimi Onpunto’nun memuru gibi hissediyordum. Aslında memur kelimesi o anki durumumuzu anlatmaya emin olun ki yetersiz kalıyor. Bizler neredeyse orada yaşıyorduk. Niyetim eskiyi yâd etmek değil, aksine şu an ki konumumu ifade edebilmek…

Farkında olmadan birçok arkadaşım gibi bende yorulup, yıpranmışım. Bunu zaman geçtikçe çok daha iyi anlıyorum. Tabiî ki de tek etken bu değil! Hayatımda devrim niteliği taşıyan, yaşamımı puslu bir manzaraya çeviren “Sabahçılık” beni resmen dumura uğrattı.

Yıllardır sabah üç veya dörtte yatıp on gibi kalkan ben, iki haftadır saat altıda uyanmak zorundayım. Ve bu zorunluluk tam tamına 170 gün daha devam edecek. Her gece, “erken yatıp uyumalıyım” diyerek kendimi motive etmeye çalışıyorum. Gece saat bir gibi yatıp uykumun gelmesini bekliyorum. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum…

En son saatin dört olduğunu görüyorum.

Biliyorum ki birazdan uyuyacağım. Sonunda hiçbir şey hissetmiyorum. Derin bir uyku içindeyken, uzaklardan ama çok uzaklardan gelen melodiyi duymaya başlıyorum. Önce yumuşak tınılarla çalmaya başlıyor. Daha sonra ikinci bir ses buna eşlik ediyor. Duyuyorum ama bu sesler sadece rüyama eşlik edebiliyor. Ve birden “Günaydın Türkiye))))) “ diye anıran bir kadın sesi karışıyor bunlara… “ Benim gibi erken kalkmak zorunda olanlar hadi bakalım sallanmayın!” demesi yok mu?
_Bir gün tenhada kıstırırım ben seni!

Fatih Ürek’ten “Hadi hadi hadiiiiii!” şarkısının eşliğinde kin ve nefret dolu olarak güne “merhaba!” diyorum. Ve tek dileğim bir gün o kadının sesinin kısılması… Tüm hızımla dördüncü alarmı kapatmaya gidiyorum. Eğer kapatmaya geç kalırsam bütün gün kulaklarımda çınlayıp duruyor. En zor aşamayı geçtikten sonra okulda soluğu alıyorum. 27 çocuk ve ben… O saatte hepimiz birbirimize zombi gibi bakıyoruz.

Ağır adımlarla sınıfta yürümeye çalışıyorum. İlk ders ne olursa olsun çocuklar beni bir huşu içinde dinliyor. Hele bugünkü ders beni bile çileden çıkarmaya yetti. Sabahın köründe “Tevhid_i Tedrisat” kanununu anlatınca, çocukların yüzde sekseninin gözleri açık uyuduğunu fark ettim. Sonunda sınıfça bahçeye çıkıp dersi dışarıda işlemeye karar verdik. Hem yürüdük hem de dersimizi işledik.

İşte arkadaşlar, ben bu haleti ruhiye içindeyken ne gördüklerimi nede okuduklarımı yazabiliyorum. Tek düşüncem sağ salim bu 170 günü geçirebilmek…

Bu arada sakın ola ki “süt iç, şunu yap, bunu dene…”gibi sözler sarf etmeyiniz. Emin olun hepsi denenmiş ve başarısızlıkla sonuç vermiştir.

İLK BEŞ YILIN SIRRI!  

Yazan by: İpek

Şimdi yeni bir moda olan şu evlilikteki ilk beş yıl riskli dönem hikâyesini anlamaya çalışalım. Bunlar şu aptal dergilerin dayatmaya çalıştığı düşüncelerden başka bir şey değil. Neden bunlar annemin zamanında yoktu? “İcat edilmediği için.” Çünkü o zamanlar bu kadar çok kadın dergisi ve diziler yoktu.

Hadi şimdi evlenelim. Bakalım neler oluyor.

Birbirini çok seven iki çiftimiz var. Artık evlenmek istiyorlar. İsteme merasimleri biter nişanlanırlar. Her şey güllük gülistanlıktır. Ama aileler için öyle değildir. Kızın ailesi, karşı tarafın az geldiğini, çok geldiğini, damadın az hediye getirdiğini, gülmediğini, güldüğünü velhasıl her şeyini sorun haline getirir. Oğlan tarafı yine ona keza…
Ama bizim kumrular, birbirlerini seviyorlardır. Tüm bu sıkıntıları birlikte göğüs gerip atlatacaklarına inanıyorlardır. Artık nikâh günü belirlenir. Şimdi, daha kâğıttan bir sorunla karşılaşılır. Nikâh davetiyesi nasıl olmalıdır? Oğlan, “Şu olsa da olur.” der. Kız kırmamak için kabul eder ama aile ayaklanıverir. Buda ne böyle. Sanki sünnet davetiyesi… Canım bizim çevremiz var. “Hay senin çevrene…”
Eşya alınacaktır. Her şey tam olmalı. İki kişiyiz ama bulaşık makinesi şarttır. Arkadaşımın var. Ne yani ben hak etmiyor muyum? “Hak ediyorsun canım, hem de çok hak ediyorsun…”
Salon takımı, oturma gurubu, yatak odası, yemek odası, beyaz eşyalar diye Hammurabi Kanunları gibi bir liste sıralanır. Nasıl alınır? Neyle ödenir? Diye düşünülmez. “Canım bir kere evleniliyor. Olacak tabi.”
Bir de balayı vardır. O da kolay, kredi kartına taksit yaptırırız olur biter. “Aslına bakarsanız biten tek şey insanlıktır.”
Neyse ki zar zor bir şeye karar verilir. Nikâh olur olmasına da sırada düğün vardır.
Salon tutulmalı, gelinlik alınmalı pasta siparişi, arabası, gelen misafirlerin karşılanması, kuaför vs vs…
Her şeyin sonunda temelleri borç içine kurulan bir evlilik gerçekleşmiş olur. Çok değil, bir ay sonra bir bakmışsınız ki evinize aldığınız eşyalar gibi anlamsızlaşıp, tozlanmaya yüz tutmuşsunuz. Artık bu saatten sonra ister koltuğu batıya daya istersen de sırtında taşı… Sıkıntı bedenini sarmaya başlamıştır. Daha doğrusu cebini… İşte bu sırada dergiler imdada yetişir. Mutsuz musun? Yoksa evde içini bir sıkıntı mı kaplıyor? “Eğer böyleyse güneş sistemine göre eşyalarını yerleştirmedin. Köşelere dikkat etmedin veya renk seçimin yanlış!” diye fetva vermeye başlayan bir sürü yazıyı okumaya, çare aramaya başlarsınız.
Bir akıllı da çıkıp en tehlikeli dönemin 1–3–5 yılları arasında olduğunu söyler. “Hey Allah’ı güzel! Senin tehlike dediğin şey, yapılan borçların ödenme süresidir.
Sen ruhunu eşyalara satmasaydın, şimdi her aldığın eşyaya bir anlam, yükleyerek azıcık aşım kaygısız başım diyecektin. Ve şimdi kocanla birlikte oturup hangi eşyayı ne zaman aldığınızı, nasıl sevindiğinizi paylaşıyor olacaktın.

BAYRAKSIZ OLMAZ!  

Yazan by: İpek

!

İki ay önce arkadaşlarımın sınır kapısında yaşadıklarını duyunca “ince zekânın ürünü” diye bahsedilenin böyle bir şey olduğuna karar verdim. Bakalım sizler okuyunca ne düşüneceksiniz?
Kilometrelerce uzaklıktan tatillerini geçirmek için vatanlarına doğru yol alıyorlar. Uykusuz geçen gün ve gecelerin ardından Kapıkule Sınır Kapısı’na ulaştıklarında kendilerini güler yüzlü polis memurları karşılıyor.(Herhalde öyledir.) Onca yorgunluk, çekilen onca hasret bir anda bitiveriyor. Artık vatanlarına, kendi evlerine geldiklerini hissediyorlar. Az sonra buğulu gözlerle köylerine, şehirlerine doğru yol alacakları anı bekliyorlar. Bunu düşündükçe sevinç ve heyecanları bir kat daha artıyor. İşlemler bitip, hareket edecekleri sırada polisin elini hala arabanın üstünden çekmediğini fark ediyorlar. Tam “Memur Bey, ters giden bir şey mi var?” diyecekleri sırada, polis “Arabanızda bayrak yok!” diyor ve ardından kapak olacak soruyu yöneltiyor. “Türk Bayrağı olmadan yola çıkılır mı?”
Bizimkilerin yüzüne birden bir tebessüm yerleşiyor. “İlahi memur bey, biz de gerçekten evraklarda eksik falan var zannettik. Şükür ki…” diyecekleri sırada karşısındaki kişinin hiç de şaka yapar bir hali olmadığını fark ediyorlar. İşte tam bu anda aracı kullanan adam, karısına dönüp duyduklarını onaylamasını istercesine bakıyor. Yarı uykulu olan kadın, “eksik ve unutma” kelimelerine odaklanıp birden panikliyor ve sessizce getirmesi gerekenleri saymaya başlıyor. “Annemlerin, dayımların, amcamların hatta bahçedeki köpeğin bile hediyesini valizlere koydum. Unuttuğum hiçbir şey yok.
( Bayrak koşusuna çıkmadılar ki yanlarında getirsinler!)
Polis, arabanın içine son bir kez daha bakıp “Bayraksız, ülkede yolculuk yapılmaz!” diyerek ince bir ayar çekiyor. Neredeyse vatan haini damgası yiyen gurbetçilerimiz, yaşadıkları utançla boynu bükük bir şekilde yollarına devam ediyorlar.
Takriben yüz, yüz elli metre ilerlediklerinde birden yol kenarında, elindeki bayrakları sallayan satıcıyı fark ediyorlar. İnanılır gibi değil! Sanki Allah, onların bu hallerini görmüş ve bayrak satıcısını Hızır gibi karşılarına çıkarmıştı. (Bak sen bu işe!) Satıcı, müşterisini geçirdikten sonra bizimkileri görüp yavaşlamalarını işaret ediyor. Duran aracın yanına yaklaşıp “Abi, bayrak lazım mı?” diye soruyor. Sormuş sormasına ama ses tonundaki anlam “Sıkıysa alma da göreyim.” diyen cinstenmiş.
23 Nisan’da sınıfları süslemek için satılan plastik saplı bayraktan bir tane uzatıp 5 YTL istemiş. Her kontrolde durmamak adına pazarlık yapmadan eksik olan bayrağı alıp cama yapıştırmışlar. Böylece bir saattir cereyan eden bayrak krizini de en ucuz şekilde halletmişler.


Bu anlattıklarımın içinde sizce “rüşvet” var mı?
Hayır, asla rüşvet istenmemiştir!
Peki, satıcı silah zoruyla mı malını satıyor?
Özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseyi bir şey almaya zorlayamaz.
Memur ile satıcı çocuk arasında iş ortaklığı olabilir mi?
Bu soru tamamen benim kötü niyetli olmamdan kaynaklı! Keşke Allah’tan başka şey dileselermiş! Valla olacakmış.
Malın ederi 5 YTL mi?
Karaborsada fiyatın tartışması olmaz.