BEN BİR GÜCCÜK HANFENDÜYÜM!  

Yazan by: İpek

Her zaman kibar hanfendüleri kıskanmışımdır. Nasıl kıskanmayayım ki? Çıt kırıldım halleri ve utangaç tavırlarıyla erkeklerin gözdesi olmayı her daim başaran hemcinslerimi ayakta alkışlıyorum.
Annem sürekli “Bulunduğunuz ortama uyun. Yeri geldiğinde helva, yeri geldiğinde ise halva demesini bilin!” derdi. Bildik de ne oldu? Kaba, itici, çokbilmiş formatını giydiriverdiler üzerimize. Çıkar çıkarabilirsen!

Hayatımda ilk defa görevim dolayısıyla köyde yaşamaya başladım. Şimdiye kadar bildiğim tek köy “Orda bir köy var uzakta…” şarkısından öteye gitmemişti. Annemin öğretileri doğrultusunda köydekilerle öyle bir uyum içindeydim ki gören doğma büyüme oralı zannederdi. Birkaç ay sonra köyümüze bir bayan öğretmen atandı. Böylece köyümüzün iki bayan öğretmeni olmuştu.
Ama gelen kızımız, öyle çok ağlıyordu ki bu yüzden adını bile soramamıştım. Telefonda ailesi ile konuşurken “ Tezek kokan bir köye geldim. Her taraf pislik içinde… İnekler bile ortalıkta geziniyor.” diyordu. Otoban vardı da onlar mı yürümedi? İçimden “ Bu kız kesin yedi kuşak İstanbullu” dedim. Konuşması bitip, zırlamayı da kestiğinde nereden geldiğini sordum. Kastamonu’nun bir köyünden geldiğini söyleyince bu ilimizin Fransa’nın bir şehri olduğunu düşünmeye başladım. Köyün adını vermek istemiyorum ama köy her yerde köydür. Bizim kız, o köydeki bir şatoda yetişmiş gibi davranıyordu. Her şeyden iğrenip burun kıvırarak günlerini geçirmeye başladı. O bir Leydi ben ise köyden biri... Civcivden bile korkması, köy halkında acıma hissi yaratmıştı. Bende ise nefret… Ta ki ailesi gelene kadar bu kızımızın asilliği sürdü. Kızının hal ve hareketlerini gören ana babası, çok fazla orada kalamayıp köylerine geri döndüler. Aklımdan çıkmayan tek şey, annesinin “Sen yumurtadan çıkmışsın kabuğunu beğenmiyorsun.” demesiydi.

Ne gariptir ki bu ve buna benzeyen hatunlar daima ilgi odağı olmuştur. Çünkü onlar sarayda ya da şatoda yetişmiş insanüstü yaratıklardır. Asla geğirmez, gaz çıkarmaz ve mıçmazlar. Belleklerinde hiçbir zaman kötü söze yer yoktur. Daima yumuşak ses tonuyla konuşup, başları ile konuşmaları onaylar durumdadırlar. Yolda yürürken bile “Tutun beni düşeceğim.” der gibi hareket ederler. Yemek yerken az yemeği, diet kola içmeyi, özellikle muz yememeği seçerler. Önündeki tabakla oynayıp, mızmızlanıp dururlar. Her an bir hastalık hali içine girip karşısındaki erkeğin ya da masadaki herkesin ilgilenmesini sağlarlar. Her bir moka gülüp, tartışmadan kaçarlar. Aptalca tiklere sahip olup sürekli arkadaşından “Lütfen yapma!” tenkitleri almaya bayılırlar. Karşısındaki erkeğe “hayran hayran” diğer tabirle “alık gibi” bakarken dünyanın en güzeli olduğunu anlatabilmek için eriyikleşiverirler. Kılı görmek şöyle dursun adının bile geçmesi iştahlarının kapanmasına neden olur. Ve değişmeyen tek şey bu format her daim tutar.

Özel istek uğruna üç akşamdır izlediğim “yemekteyiz” programında dün gece gördüklerim, işte bu anlattığım hatunların bir arada bulunduğu gruptu. Hayatımda ilk defa kıl görüp fenalaşan birini gördüm. Kıldan dolayı fenalaşanı görüp ağlayanını ise bundan sonraki yaşamımda bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Reyting di şuydu buydu tamam da bu kadarı da “Ohaaa!” dedirtiyor insana… Annem, böyle boş şeylere ağlayan kızlar için “Bunun vakti çoktan gelmiş, geçiyor bile… Bu kızı bir an önce evlendirin!” derdi. Bence de o kızımızın bir an önce evlenmesi gerekir. O bayılan abla ise menopoz sıkıntısını hala üzerinden atamamış. Allah’ım bu dünyada ne asiller varmış da haberimiz yokmuş!


Aslına bakarsanız bu konu ile ilgili o kadar çok şey yazabilirim ki sonunu ben bile getiremem. Bu yüzden de annemin anlatmış olduğu ayıpçı hikâyelerden biriyle konumu bağlamak istiyorum.


“ Zamanın birinde bir köylünün oğlu yurt dışına gider. Aradan tam iki yıl geçmiştir ki tatil için ailesinin yanına, köyüne döner. Aile oğlunu hasretle kucaklayıp günlerdir hazırladıkları sofraya buyur ederler. Buyur ederler etmesine de oğlan sofranın yerde olduğunu görünce “ Baba, biz Paris’te yerde oturarak yemiyoruz.” der. Oğlunu kırmak istemeyen baba, hemen yemeği masaya hazırlatır. Annenin pişirdiği tavuk sofraya gelince bizim oğlan bıçak ister. Ailenin şaşkınlığı bir kat daha artar. Ama özlem ağır basınca susmayı tercih ederler. Yemekten sonra birlikte bahçeye gezmeye çıkarlar. Yıllarca babası ile çalıştığı bahçede gezinirken yerde duran alete bakıp “Baba bu ne?” diye sorar. Babası iyice afallamıştır. Onun kürek olduğunu söyledikten sonra oğlunun diğer sorularına da yanıt verir. “Bu inek, bu saban, bu balta… “Tam “Baba bu ne?” diyeceği sırada üzerine bastığı şey bacaklarının arasından müsait yerlerine çarpar. O saate kadar her bir şeyin adını unutan genç, birden “ .mına koyduğumun yabası! Kırdın …kimi!” diye bağırmaya başlar. Baba oğluna dönüp “ Demek ki hatırlaman için …kini kırman gerekiyormuş.” der.

Sonuç olarak, herhalde yazımdan köy ve köy halkını küçümsediğimi çıkarmamışsınızdır. Ne yaparsan yap canını acıtan bir durum olduğunda taşıdığın masken mutlaka düşer.


Maskesiz insanlarla tanışmanız dileğiyle…

EŞYALARIN DİLİ  

Yazan by: İpek

Günlük olayları, anılarımı ve kızdığım şeyleri bir güzel anlatmak, sizlerle paylaşmak her zaman hoşuma gitmiştir. Kızdığımda eleştirdim, eleştirdiğim zaman köpürdüm. Hatta hızımı alamayıp fırıncı küreği kadar büyük laflar ettim. Yaptıklarımdan da özür dileyecek falan değilim. Sanki öyle bir hava estirmiş gibi oldum da hemen düzelteyim dedim. Bugünkü konum ise tamamen benim yediğim bir haltla ilgili… “Yaşasın! Bakalım kendini nasıl rezil edecek?” diye bekliyorsanız başından söyleyivereyim, eğer sizde de aynı salakça şeyler varsa yalnız değilim.

Olay bundan birkaç gün önce kuşların bile cikleme mesailerinin başlamadığı bir vakitte yaşandı. Saat “sabah oldu” diye çalarken tek gözümü yirmi derecelik açıyla açıp cama doğru baktım. Dışarısı zifiri karanlıktı ve sabahın olduğuna inanmamı kimse bekleyemezdi. Bu benim sabah anlayışım değildi. Bana göre sabah, evde ışık yakmadan dolaşabileceğim vakittir. İç sesim ve ben daha fazla tartışmanın manasızlığını kavrayıp bir an önce yataktan kalkmam gerektiğini anladık. Acaba burada saatin mi suçu var yoksa zamanı ayarlayıp bize geceyi sabah diye yutturanların mı? İkisini de ayırmadan kalaylayıverince birden kendimi kuş gibi hafif hissetmeye başladım. "Kuşların olmadığı yerde İpek bülbül kesilirdi. Uyansalardı bana ne!"
Gözlerim kapalı bir şekilde odadan çıkmaya çalışıyordum ki “gümmm!” diye bir ses duyuldu. O ses tamamen benim bedenimin yere yapışması sonucu çıkmıştı. Yıllar önce bir yığın para verip aldığım spor aleti ile sarmaş dolaş olmuştum. “Hay seni alanı da ayağımın dibine koyanı da…” diye söylenerek banyonun yolunu tuttum. Hâlbuki ben onu her sabah kalktığımda en az on dakika spor yapacağıma inandığım için almıştım. Demek ki kendime yalan söylemişim. Zaten evde buna benzer “belki bir gün lazım olur” diye aldığım bir yığın eşya var. Ha bir eksik ha bir fazla…

Soğuk suyun etkisiyle biraz kendime gelir gibi oldum. Başımı kaldırıp aynadaki görüntüme bakınca korkudan dizlerimin bağı çözülmüşçesine titremeye başladım. Gördüğüm süliet ben olamazdım. Evet, bu bir kurt kadındı. Her iki kaşımda Emlak Bankası reklâmlarındaki çatı gibi kalkık, gözlerimden ise alev fışkırıyordu. Alnımda şimdilik ceviz ama biraz sonra yumurta büyüklüğüne ulaşacak bir şişlik vardı. Hani kurt kadın veya kurt adam olmak için gece ve dolunay gerekliydi? Hani şato, kont, kontes nerede? Bu güne kadar bizi ayakta uyutmuşlar da haberimiz yokmuş.

Bir an gördüğüm kişiyi yani beni seyretmeye başladım. Hem düşünüp hem de diş fırçalayabilirdim. Tam diş fırçama elimi uzatırken lavabonun etrafındaki eşyalar dikkatimi çekti. Karşımda sırt üstü yatmış gülen bir kurbağa… Sıvı sabunluktan önceki sabunluğumuz, bana nispet eder gibi gülümsüyordu. Göbeğinde sabun taşımanın neresi güzel ki sırıtıp duruyor. Onun yanında ise sıvı sabunluk… Onun da diğerinden kalır yanı yoktu. Kafasına basıldığında ağzından sabun fışkırtmak herhalde hoşuna gidiyordu. Hepsinin ortak noktası hayvan figürleri olması ve gülmeleri… Bu saatte bu kadar mutluluk beni bozar deyip oradan uzaklaşmak istedim. Tuvalete doğru yöneldiğimde ise onların annesi ya da babası olduğunu tahmin ettiğim bir kurbağa, sırtında tuvalet fırçası taşıyor ve çocukları gibi bana tebessümle bakıyordu. Yok artık! Bu kadarı da olmaz! Yoksa bunlar Leo Buscaglia’nın akrabaları mı? Evimdeki her nesne tebessüm ediyordu. Nereye kafamı çevirsem gülen bir yüzle karşılaşıyor, sinirim iki kat daha artıyordu. Dinazor devrinden kalma bir kurbağa ise ağzını açıp tuvalet kâğıtlarını içine atmamı bekliyor ve ağzı kapanınca yine tanıdık bir gülümseme ile karşılaşıyordum. Galiba evdeki saadeti bozan tek kişi bendim.

Hemen oradan uzaklaşıp mutfağa doğru yöneldim. Artık kendimi bu evin yabancısı gibi hissetmeye başlamıştım. “Beterin beteri vardır.” sözü galiba yaşadıklarıma tam uyuyor ki mutfak banyodan da beterdi. Gülmeyen tek şey o an için yediğim tost ve bendim. Bir an durup bunları alanın ben olamayacağımı düşündüm. Öyle olmalı! Tuvalet fırçasını bile gülen bir hayvan figüründe alacak kadar salak olmadığımı zannediyordum. İçtiğim çayla birlikte biraz olsun kendime geliyor ve az önceki sorunun cevabını da hemen söyleyiveriyorum. Evet, o salak benim! Bu utancı daha fazla yaşamamak adına hemen giyinip evden dışarı çıkmak istiyorum.
Yatak odasına doğru, söylenerek ağır aksak ilerlemeye başladım.

Giyinme faslından sonra ayna karşısına ikinci geçişim ve yine gülen bir obje… Bu seferki bir baykuş ve karnında benim göz kalemlerimi taşıyor. Allah’ım bu ne saadet böyle! Evdeki bütün eşyalar mutluluk saçıyor. Hatta bu mutluluk denizinde boğulmak üzereyim. Sonunda kendi evimden bile kaçacak konuma geliyorum. Ayakkabılarımı giyip arkama bile bakmadan çekip gitmek istiyorum. Tam kapıyı kapatacağım sırada bastığım paspasa gözüm kayıyor. Yuh artık! “Hoş geldiniz!” diye sırıtan bir ördek resmi…
“Bu evde oturan bir ördektir. Bak resmide paspasta.” diye bir not bırakmak geçiyor içimden… Evden o kadar donanımlı çıkıyorum ki önüme ilk gelenin saçını başını bile yolabilirim. O an merdivenlerin başında durup binayı dinlemeye başlıyorum. Herkes sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuyor. Hatta horlama sesi bile yok. İçimdeki canavar birden şahlanıyor ve merdivenlerden zıplayarak inmeye başlıyorum. Oh, canıma değsin işte! Gecenin ikisinde son ses televizyon izlemeye benzemiyor dimi? Biraz topuklarım acısa da “Yaşasın kötülük!” sloganını atarak sokağa çıkıyorum.

O saatte, dışarıdaki kalabalığı incelemeye başlıyorum. Ayaklar alışmış bir yolu adımlar gibi şartlanmış bir şekilde hareket ediyor. Ancak gözler, biraz önce bıraktığı yatakta hala uyuyormuşçasına yarı açık halde etrafına bakıyor. Köpekler bile hala uyuşuk, havlayıp havlamamakta kararsız bir şekilde baygın bir bakış atıp ağır ağır ilerliyor. Soğuk havanın etkisi ile biraz daha kendime geliyorum. Peki, neden bu kadar gülen eşyayla donatmıştım ki evi? “Bakın ben ne kadar neşeli biriyim.” mesajını mı vermek istiyordum? Bildiğim bir şey varsa bunun hayvan sevgisiyle zerre kadar ilgisi yoktu. Belki çok sık gülmediğim için tüm bunları benim yerime gülsünler diye almıştım. Kim bilir? Galiba biraz da abartmışım. Özellikle tuvalet fırçası ve banyodaki çöp kovasında…

Ya da mutlu değilim. Allah’ım, insanın kendini sorgulaması ne kadar zor! Hâlbuki cevabı biliyor olsam da bunu söyleyip canımı acıtmak istemiyorum.
Kendi ev eşyalarımın neler gizlediğini niye kendime anlatayım ki? Zaten gizleyen benim. Eşyaya değil de taşıdığı anlama bakan herkes bunların ne gizlediğini algılayabilir. Biliyorum ki içeceğim bir sabah kahvesi ile bu kasvetli havadan uzaklaşıp kendime geleceğim. Asıl ben olacağım. Yoksa gerçek olan evdeki halim miydi?

Hadi bakalım, şimdi kahve içme ve evdeki kurbağalar gibi tebessüm etme vakti!

KURBAN POLEMİĞİ  

Yazan by: İpek

Yarın bilindiği üzere Müslüman âleminin bayramı… Hal böyle olunca da canım ülkemin insanları, birden üç gruba ayrılıyor. Hemen kelimeler masatta bilenip, sadırı pozüsyonuna geçiliyor. Tabi bu saldırılar sözlü ve yazılı olduğundan daha fazla kişiye hitap ediyor ve daha fazla yandaş topluyor.

Bu üç gruptan ilki, vacip olan ( Bazı ulemalar sünnet olduğunu söylemekte. Onlar bunu düşüne dursun, biz yazımıza dönelim.) dini vecibelerini yerine getiren kişilerdir. “Kurbanı kimler kesmeli kimler kesmemeli?” sorusunun cevabını verecek değilim. Teknoloji çağında yaşadığımıza göre internetten istediğiniz gibi öğrenirsiniz. Bu vecibe, belayı def etmek veya “Bakın ben çok zenginim!” şeklindeki düşüncelerle kesilmez. İslamiyet’te yapılan her vecibe Allah rızası gütmektedir. Yapılan her şey niyetin saflığıyla alakalı olarak değer kazanır. Sevabının da günahının da sorumlusu olan bu vecibeyi yerine getiren kişidir. Kısacası İslamiyet’te nasıl kesim yapılacağı anlatılmıştır. Buna uymadığı takdirde, bedelini de kişi kendi çeker.

Gelelim ikinci grubumuza… Bu grup, kurban veya başka bir ad altında hiçbir şekilde hayvan kesimini veya işkence görmesini onaylamaz. Yaşamda kesin bir duruşları vardır. Hayvan kesimi onlar için katilliktir. Böceğinden tutun da büyük baş hayvanına kadar hepsinin haklarını sonuna kadar savunur. Hayata bakışları, yaşam felsefeleri bu yöndedir. Benim derdim zaten bu iki grupla değil, biraz sonra yazacağım üçüncü grupla…

Evet, şimdi “esas oğlan” bölümüne geçelim. Üzerinde hassasiyetle duracağım üçüncü grup üyeleri ise etçil olup sırf muhalefet olsun diye karşı çıkanlardan oluşmaktadır. Et yemek, onlar için protein ihtiyaçlarını karşılamak demektir. Hatta bazıları ise etin nasıl pişirilmesi gerektiğini bilecek kadar ustadır. Kahvaltılarında sucuk, sosis, pastırma vb et ürünleri olmadan masaya bile oturmazlar. En koyu sohbetlerini mangal başında yapıp, dünya meselelerini hallederler. Bir günde milyonlarca balık katledildiğinde akıllarına ilk gelen “rakı ve balık” olur. En güzel entelektüel sohbetler ise bu sofrada yapılır. Hele biraz da çakır keyif olundu mu değmeyin keyiflerine. Hararetle “İslam” tartışmalarına başlayıverir. Yılbaşı geldiğinde en semiz hindi aranır. Ya da gidilmeyi planlanan eğlence yerinde, sıcak yemeklerde etin ne olduğu özenle araştırılır.

Bu arada Hıristiyan âleminde de yılbaşı, kutsal gün sayılmaktadır. Bizdeki kurban ritüeli gibi onların da yemek masalarını domuz eti ve hindi süslemektedir. Domuz ve hindi, neredeyse her evde görülen ana menüdür. Ve şimdiye kadar da "Domuz katli yapıldı!" diyen bir kişi bile bu olayı sorgulamamıştır. Zaten domuz da hayvan değildir. Sadece fotosentez yapan bir bitkidir.

Tatil boyunca nasıl balık avladıklarını veya dağlarda ava çıktıklarını anlatırlar. Canım, biri olta diğeri silah… Bıçakla kesmeye benzemez. Öyle değil mi? En önemli savunmalarından biri ise “Çocuğun olunca onun protein almasını düşünüyorsun. O olmasa hayatta yemeyiz.” olur. Hâlbuki çocuk, etten nefret etmektedir. Normal günlerde kasaba gidip et alan muhalefet, hayvanın nasıl kesildiği ile ilgilenmez. Aklından geçen tek şey etin en iyi tarafından almaktır. Zaten aldığı hayvan da kesilmemiştir. Sadece eceli ile ölmüştür. O da bir leş yiyendir. O yüzden yaptığı tek şey doğanın dengesini sağlamaktır.

Kurban Bayramı geldiğinde de ortalığın kan gölüne döndüğü söylemleri ile çığırtkanlık yaparlar. Aslına bakarsanız haklılar… Genelde yedikleri et, balık, tavuk ve kuş ürünleri kansızdır. Çünkü onların damarlarında kan yerine su vardır. Hem o hayvanlar, kesilmiyor, sadece intihar ediyorlar. Hatta “İsteyerek intihar ediyorum. Ölümümden benim etimi yiyenler sorumlu değildir.” diye de not bırakıyorlar. Hal böyle olunca da sorumlu tamamen hayvan oluyor.

Balıkla dana mukayese edilir mi? Dışarıda kesimini gördüğün hayvanla görmeden kesilmiş hayvanın ölümü bir mi? Sosis, salam, sucuk ve pastırma semizotundan mı yapılıyor? Kasaptan aldığın etin daha önce yaşayan “meee” leyen veya “möö” leyen bir hayvan olduğunu bilmiyor musun? Mezbahane’de kesilen hayvanlardan kan yerine su mu akıyor? Ya da hayvan kesen kişi çok mu kibar davranıyor?

Bu konuyu da sevgili annemin bir hikâyesi ile noktalamak istiyorum. “ Zamanın birinde köyde yaşayan bir aile, kuyularından çıkan eşek mokundan dert yanıyormuş. Günler böyle geçerken, bir bakmışlar ki eşek mokunun yanında bir de insan moku var. Anne baba ve küçük kızdan oluşan aile, bu mokun kime ait olduğunu bulmakta zorluk çekmemiş. Kızlarını yanlarına çağırıp, kuyudan çıkardıkları mokları göstererek “Bak kızım! Bu mok bizim karakaçana ait diğeri ise kime ait bilmiyoruz. Bunun en iyi cevabını ise sen vereceksin.” köşeye sıkıştığını anlayan kız “Babacım, ben karakaçanla aynı suçu işlemedim. O gidip içine yapıyor. Ben ise kenarına yapıp çubukla ittiriyorum.”

Şimdi tekrar soruyorum!

Sizler, içine yapanlardan mısınız? Yoksa çubukla ittirenlerden mi?