BEN BİR GÜCCÜK HANFENDÜYÜM!  

Yazan by: İpek

Her zaman kibar hanfendüleri kıskanmışımdır. Nasıl kıskanmayayım ki? Çıt kırıldım halleri ve utangaç tavırlarıyla erkeklerin gözdesi olmayı her daim başaran hemcinslerimi ayakta alkışlıyorum.
Annem sürekli “Bulunduğunuz ortama uyun. Yeri geldiğinde helva, yeri geldiğinde ise halva demesini bilin!” derdi. Bildik de ne oldu? Kaba, itici, çokbilmiş formatını giydiriverdiler üzerimize. Çıkar çıkarabilirsen!

Hayatımda ilk defa görevim dolayısıyla köyde yaşamaya başladım. Şimdiye kadar bildiğim tek köy “Orda bir köy var uzakta…” şarkısından öteye gitmemişti. Annemin öğretileri doğrultusunda köydekilerle öyle bir uyum içindeydim ki gören doğma büyüme oralı zannederdi. Birkaç ay sonra köyümüze bir bayan öğretmen atandı. Böylece köyümüzün iki bayan öğretmeni olmuştu.
Ama gelen kızımız, öyle çok ağlıyordu ki bu yüzden adını bile soramamıştım. Telefonda ailesi ile konuşurken “ Tezek kokan bir köye geldim. Her taraf pislik içinde… İnekler bile ortalıkta geziniyor.” diyordu. Otoban vardı da onlar mı yürümedi? İçimden “ Bu kız kesin yedi kuşak İstanbullu” dedim. Konuşması bitip, zırlamayı da kestiğinde nereden geldiğini sordum. Kastamonu’nun bir köyünden geldiğini söyleyince bu ilimizin Fransa’nın bir şehri olduğunu düşünmeye başladım. Köyün adını vermek istemiyorum ama köy her yerde köydür. Bizim kız, o köydeki bir şatoda yetişmiş gibi davranıyordu. Her şeyden iğrenip burun kıvırarak günlerini geçirmeye başladı. O bir Leydi ben ise köyden biri... Civcivden bile korkması, köy halkında acıma hissi yaratmıştı. Bende ise nefret… Ta ki ailesi gelene kadar bu kızımızın asilliği sürdü. Kızının hal ve hareketlerini gören ana babası, çok fazla orada kalamayıp köylerine geri döndüler. Aklımdan çıkmayan tek şey, annesinin “Sen yumurtadan çıkmışsın kabuğunu beğenmiyorsun.” demesiydi.

Ne gariptir ki bu ve buna benzeyen hatunlar daima ilgi odağı olmuştur. Çünkü onlar sarayda ya da şatoda yetişmiş insanüstü yaratıklardır. Asla geğirmez, gaz çıkarmaz ve mıçmazlar. Belleklerinde hiçbir zaman kötü söze yer yoktur. Daima yumuşak ses tonuyla konuşup, başları ile konuşmaları onaylar durumdadırlar. Yolda yürürken bile “Tutun beni düşeceğim.” der gibi hareket ederler. Yemek yerken az yemeği, diet kola içmeyi, özellikle muz yememeği seçerler. Önündeki tabakla oynayıp, mızmızlanıp dururlar. Her an bir hastalık hali içine girip karşısındaki erkeğin ya da masadaki herkesin ilgilenmesini sağlarlar. Her bir moka gülüp, tartışmadan kaçarlar. Aptalca tiklere sahip olup sürekli arkadaşından “Lütfen yapma!” tenkitleri almaya bayılırlar. Karşısındaki erkeğe “hayran hayran” diğer tabirle “alık gibi” bakarken dünyanın en güzeli olduğunu anlatabilmek için eriyikleşiverirler. Kılı görmek şöyle dursun adının bile geçmesi iştahlarının kapanmasına neden olur. Ve değişmeyen tek şey bu format her daim tutar.

Özel istek uğruna üç akşamdır izlediğim “yemekteyiz” programında dün gece gördüklerim, işte bu anlattığım hatunların bir arada bulunduğu gruptu. Hayatımda ilk defa kıl görüp fenalaşan birini gördüm. Kıldan dolayı fenalaşanı görüp ağlayanını ise bundan sonraki yaşamımda bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Reyting di şuydu buydu tamam da bu kadarı da “Ohaaa!” dedirtiyor insana… Annem, böyle boş şeylere ağlayan kızlar için “Bunun vakti çoktan gelmiş, geçiyor bile… Bu kızı bir an önce evlendirin!” derdi. Bence de o kızımızın bir an önce evlenmesi gerekir. O bayılan abla ise menopoz sıkıntısını hala üzerinden atamamış. Allah’ım bu dünyada ne asiller varmış da haberimiz yokmuş!


Aslına bakarsanız bu konu ile ilgili o kadar çok şey yazabilirim ki sonunu ben bile getiremem. Bu yüzden de annemin anlatmış olduğu ayıpçı hikâyelerden biriyle konumu bağlamak istiyorum.


“ Zamanın birinde bir köylünün oğlu yurt dışına gider. Aradan tam iki yıl geçmiştir ki tatil için ailesinin yanına, köyüne döner. Aile oğlunu hasretle kucaklayıp günlerdir hazırladıkları sofraya buyur ederler. Buyur ederler etmesine de oğlan sofranın yerde olduğunu görünce “ Baba, biz Paris’te yerde oturarak yemiyoruz.” der. Oğlunu kırmak istemeyen baba, hemen yemeği masaya hazırlatır. Annenin pişirdiği tavuk sofraya gelince bizim oğlan bıçak ister. Ailenin şaşkınlığı bir kat daha artar. Ama özlem ağır basınca susmayı tercih ederler. Yemekten sonra birlikte bahçeye gezmeye çıkarlar. Yıllarca babası ile çalıştığı bahçede gezinirken yerde duran alete bakıp “Baba bu ne?” diye sorar. Babası iyice afallamıştır. Onun kürek olduğunu söyledikten sonra oğlunun diğer sorularına da yanıt verir. “Bu inek, bu saban, bu balta… “Tam “Baba bu ne?” diyeceği sırada üzerine bastığı şey bacaklarının arasından müsait yerlerine çarpar. O saate kadar her bir şeyin adını unutan genç, birden “ .mına koyduğumun yabası! Kırdın …kimi!” diye bağırmaya başlar. Baba oğluna dönüp “ Demek ki hatırlaman için …kini kırman gerekiyormuş.” der.

Sonuç olarak, herhalde yazımdan köy ve köy halkını küçümsediğimi çıkarmamışsınızdır. Ne yaparsan yap canını acıtan bir durum olduğunda taşıdığın masken mutlaka düşer.


Maskesiz insanlarla tanışmanız dileğiyle…

EŞYALARIN DİLİ  

Yazan by: İpek

Günlük olayları, anılarımı ve kızdığım şeyleri bir güzel anlatmak, sizlerle paylaşmak her zaman hoşuma gitmiştir. Kızdığımda eleştirdim, eleştirdiğim zaman köpürdüm. Hatta hızımı alamayıp fırıncı küreği kadar büyük laflar ettim. Yaptıklarımdan da özür dileyecek falan değilim. Sanki öyle bir hava estirmiş gibi oldum da hemen düzelteyim dedim. Bugünkü konum ise tamamen benim yediğim bir haltla ilgili… “Yaşasın! Bakalım kendini nasıl rezil edecek?” diye bekliyorsanız başından söyleyivereyim, eğer sizde de aynı salakça şeyler varsa yalnız değilim.

Olay bundan birkaç gün önce kuşların bile cikleme mesailerinin başlamadığı bir vakitte yaşandı. Saat “sabah oldu” diye çalarken tek gözümü yirmi derecelik açıyla açıp cama doğru baktım. Dışarısı zifiri karanlıktı ve sabahın olduğuna inanmamı kimse bekleyemezdi. Bu benim sabah anlayışım değildi. Bana göre sabah, evde ışık yakmadan dolaşabileceğim vakittir. İç sesim ve ben daha fazla tartışmanın manasızlığını kavrayıp bir an önce yataktan kalkmam gerektiğini anladık. Acaba burada saatin mi suçu var yoksa zamanı ayarlayıp bize geceyi sabah diye yutturanların mı? İkisini de ayırmadan kalaylayıverince birden kendimi kuş gibi hafif hissetmeye başladım. "Kuşların olmadığı yerde İpek bülbül kesilirdi. Uyansalardı bana ne!"
Gözlerim kapalı bir şekilde odadan çıkmaya çalışıyordum ki “gümmm!” diye bir ses duyuldu. O ses tamamen benim bedenimin yere yapışması sonucu çıkmıştı. Yıllar önce bir yığın para verip aldığım spor aleti ile sarmaş dolaş olmuştum. “Hay seni alanı da ayağımın dibine koyanı da…” diye söylenerek banyonun yolunu tuttum. Hâlbuki ben onu her sabah kalktığımda en az on dakika spor yapacağıma inandığım için almıştım. Demek ki kendime yalan söylemişim. Zaten evde buna benzer “belki bir gün lazım olur” diye aldığım bir yığın eşya var. Ha bir eksik ha bir fazla…

Soğuk suyun etkisiyle biraz kendime gelir gibi oldum. Başımı kaldırıp aynadaki görüntüme bakınca korkudan dizlerimin bağı çözülmüşçesine titremeye başladım. Gördüğüm süliet ben olamazdım. Evet, bu bir kurt kadındı. Her iki kaşımda Emlak Bankası reklâmlarındaki çatı gibi kalkık, gözlerimden ise alev fışkırıyordu. Alnımda şimdilik ceviz ama biraz sonra yumurta büyüklüğüne ulaşacak bir şişlik vardı. Hani kurt kadın veya kurt adam olmak için gece ve dolunay gerekliydi? Hani şato, kont, kontes nerede? Bu güne kadar bizi ayakta uyutmuşlar da haberimiz yokmuş.

Bir an gördüğüm kişiyi yani beni seyretmeye başladım. Hem düşünüp hem de diş fırçalayabilirdim. Tam diş fırçama elimi uzatırken lavabonun etrafındaki eşyalar dikkatimi çekti. Karşımda sırt üstü yatmış gülen bir kurbağa… Sıvı sabunluktan önceki sabunluğumuz, bana nispet eder gibi gülümsüyordu. Göbeğinde sabun taşımanın neresi güzel ki sırıtıp duruyor. Onun yanında ise sıvı sabunluk… Onun da diğerinden kalır yanı yoktu. Kafasına basıldığında ağzından sabun fışkırtmak herhalde hoşuna gidiyordu. Hepsinin ortak noktası hayvan figürleri olması ve gülmeleri… Bu saatte bu kadar mutluluk beni bozar deyip oradan uzaklaşmak istedim. Tuvalete doğru yöneldiğimde ise onların annesi ya da babası olduğunu tahmin ettiğim bir kurbağa, sırtında tuvalet fırçası taşıyor ve çocukları gibi bana tebessümle bakıyordu. Yok artık! Bu kadarı da olmaz! Yoksa bunlar Leo Buscaglia’nın akrabaları mı? Evimdeki her nesne tebessüm ediyordu. Nereye kafamı çevirsem gülen bir yüzle karşılaşıyor, sinirim iki kat daha artıyordu. Dinazor devrinden kalma bir kurbağa ise ağzını açıp tuvalet kâğıtlarını içine atmamı bekliyor ve ağzı kapanınca yine tanıdık bir gülümseme ile karşılaşıyordum. Galiba evdeki saadeti bozan tek kişi bendim.

Hemen oradan uzaklaşıp mutfağa doğru yöneldim. Artık kendimi bu evin yabancısı gibi hissetmeye başlamıştım. “Beterin beteri vardır.” sözü galiba yaşadıklarıma tam uyuyor ki mutfak banyodan da beterdi. Gülmeyen tek şey o an için yediğim tost ve bendim. Bir an durup bunları alanın ben olamayacağımı düşündüm. Öyle olmalı! Tuvalet fırçasını bile gülen bir hayvan figüründe alacak kadar salak olmadığımı zannediyordum. İçtiğim çayla birlikte biraz olsun kendime geliyor ve az önceki sorunun cevabını da hemen söyleyiveriyorum. Evet, o salak benim! Bu utancı daha fazla yaşamamak adına hemen giyinip evden dışarı çıkmak istiyorum.
Yatak odasına doğru, söylenerek ağır aksak ilerlemeye başladım.

Giyinme faslından sonra ayna karşısına ikinci geçişim ve yine gülen bir obje… Bu seferki bir baykuş ve karnında benim göz kalemlerimi taşıyor. Allah’ım bu ne saadet böyle! Evdeki bütün eşyalar mutluluk saçıyor. Hatta bu mutluluk denizinde boğulmak üzereyim. Sonunda kendi evimden bile kaçacak konuma geliyorum. Ayakkabılarımı giyip arkama bile bakmadan çekip gitmek istiyorum. Tam kapıyı kapatacağım sırada bastığım paspasa gözüm kayıyor. Yuh artık! “Hoş geldiniz!” diye sırıtan bir ördek resmi…
“Bu evde oturan bir ördektir. Bak resmide paspasta.” diye bir not bırakmak geçiyor içimden… Evden o kadar donanımlı çıkıyorum ki önüme ilk gelenin saçını başını bile yolabilirim. O an merdivenlerin başında durup binayı dinlemeye başlıyorum. Herkes sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuyor. Hatta horlama sesi bile yok. İçimdeki canavar birden şahlanıyor ve merdivenlerden zıplayarak inmeye başlıyorum. Oh, canıma değsin işte! Gecenin ikisinde son ses televizyon izlemeye benzemiyor dimi? Biraz topuklarım acısa da “Yaşasın kötülük!” sloganını atarak sokağa çıkıyorum.

O saatte, dışarıdaki kalabalığı incelemeye başlıyorum. Ayaklar alışmış bir yolu adımlar gibi şartlanmış bir şekilde hareket ediyor. Ancak gözler, biraz önce bıraktığı yatakta hala uyuyormuşçasına yarı açık halde etrafına bakıyor. Köpekler bile hala uyuşuk, havlayıp havlamamakta kararsız bir şekilde baygın bir bakış atıp ağır ağır ilerliyor. Soğuk havanın etkisi ile biraz daha kendime geliyorum. Peki, neden bu kadar gülen eşyayla donatmıştım ki evi? “Bakın ben ne kadar neşeli biriyim.” mesajını mı vermek istiyordum? Bildiğim bir şey varsa bunun hayvan sevgisiyle zerre kadar ilgisi yoktu. Belki çok sık gülmediğim için tüm bunları benim yerime gülsünler diye almıştım. Kim bilir? Galiba biraz da abartmışım. Özellikle tuvalet fırçası ve banyodaki çöp kovasında…

Ya da mutlu değilim. Allah’ım, insanın kendini sorgulaması ne kadar zor! Hâlbuki cevabı biliyor olsam da bunu söyleyip canımı acıtmak istemiyorum.
Kendi ev eşyalarımın neler gizlediğini niye kendime anlatayım ki? Zaten gizleyen benim. Eşyaya değil de taşıdığı anlama bakan herkes bunların ne gizlediğini algılayabilir. Biliyorum ki içeceğim bir sabah kahvesi ile bu kasvetli havadan uzaklaşıp kendime geleceğim. Asıl ben olacağım. Yoksa gerçek olan evdeki halim miydi?

Hadi bakalım, şimdi kahve içme ve evdeki kurbağalar gibi tebessüm etme vakti!

KURBAN POLEMİĞİ  

Yazan by: İpek

Yarın bilindiği üzere Müslüman âleminin bayramı… Hal böyle olunca da canım ülkemin insanları, birden üç gruba ayrılıyor. Hemen kelimeler masatta bilenip, sadırı pozüsyonuna geçiliyor. Tabi bu saldırılar sözlü ve yazılı olduğundan daha fazla kişiye hitap ediyor ve daha fazla yandaş topluyor.

Bu üç gruptan ilki, vacip olan ( Bazı ulemalar sünnet olduğunu söylemekte. Onlar bunu düşüne dursun, biz yazımıza dönelim.) dini vecibelerini yerine getiren kişilerdir. “Kurbanı kimler kesmeli kimler kesmemeli?” sorusunun cevabını verecek değilim. Teknoloji çağında yaşadığımıza göre internetten istediğiniz gibi öğrenirsiniz. Bu vecibe, belayı def etmek veya “Bakın ben çok zenginim!” şeklindeki düşüncelerle kesilmez. İslamiyet’te yapılan her vecibe Allah rızası gütmektedir. Yapılan her şey niyetin saflığıyla alakalı olarak değer kazanır. Sevabının da günahının da sorumlusu olan bu vecibeyi yerine getiren kişidir. Kısacası İslamiyet’te nasıl kesim yapılacağı anlatılmıştır. Buna uymadığı takdirde, bedelini de kişi kendi çeker.

Gelelim ikinci grubumuza… Bu grup, kurban veya başka bir ad altında hiçbir şekilde hayvan kesimini veya işkence görmesini onaylamaz. Yaşamda kesin bir duruşları vardır. Hayvan kesimi onlar için katilliktir. Böceğinden tutun da büyük baş hayvanına kadar hepsinin haklarını sonuna kadar savunur. Hayata bakışları, yaşam felsefeleri bu yöndedir. Benim derdim zaten bu iki grupla değil, biraz sonra yazacağım üçüncü grupla…

Evet, şimdi “esas oğlan” bölümüne geçelim. Üzerinde hassasiyetle duracağım üçüncü grup üyeleri ise etçil olup sırf muhalefet olsun diye karşı çıkanlardan oluşmaktadır. Et yemek, onlar için protein ihtiyaçlarını karşılamak demektir. Hatta bazıları ise etin nasıl pişirilmesi gerektiğini bilecek kadar ustadır. Kahvaltılarında sucuk, sosis, pastırma vb et ürünleri olmadan masaya bile oturmazlar. En koyu sohbetlerini mangal başında yapıp, dünya meselelerini hallederler. Bir günde milyonlarca balık katledildiğinde akıllarına ilk gelen “rakı ve balık” olur. En güzel entelektüel sohbetler ise bu sofrada yapılır. Hele biraz da çakır keyif olundu mu değmeyin keyiflerine. Hararetle “İslam” tartışmalarına başlayıverir. Yılbaşı geldiğinde en semiz hindi aranır. Ya da gidilmeyi planlanan eğlence yerinde, sıcak yemeklerde etin ne olduğu özenle araştırılır.

Bu arada Hıristiyan âleminde de yılbaşı, kutsal gün sayılmaktadır. Bizdeki kurban ritüeli gibi onların da yemek masalarını domuz eti ve hindi süslemektedir. Domuz ve hindi, neredeyse her evde görülen ana menüdür. Ve şimdiye kadar da "Domuz katli yapıldı!" diyen bir kişi bile bu olayı sorgulamamıştır. Zaten domuz da hayvan değildir. Sadece fotosentez yapan bir bitkidir.

Tatil boyunca nasıl balık avladıklarını veya dağlarda ava çıktıklarını anlatırlar. Canım, biri olta diğeri silah… Bıçakla kesmeye benzemez. Öyle değil mi? En önemli savunmalarından biri ise “Çocuğun olunca onun protein almasını düşünüyorsun. O olmasa hayatta yemeyiz.” olur. Hâlbuki çocuk, etten nefret etmektedir. Normal günlerde kasaba gidip et alan muhalefet, hayvanın nasıl kesildiği ile ilgilenmez. Aklından geçen tek şey etin en iyi tarafından almaktır. Zaten aldığı hayvan da kesilmemiştir. Sadece eceli ile ölmüştür. O da bir leş yiyendir. O yüzden yaptığı tek şey doğanın dengesini sağlamaktır.

Kurban Bayramı geldiğinde de ortalığın kan gölüne döndüğü söylemleri ile çığırtkanlık yaparlar. Aslına bakarsanız haklılar… Genelde yedikleri et, balık, tavuk ve kuş ürünleri kansızdır. Çünkü onların damarlarında kan yerine su vardır. Hem o hayvanlar, kesilmiyor, sadece intihar ediyorlar. Hatta “İsteyerek intihar ediyorum. Ölümümden benim etimi yiyenler sorumlu değildir.” diye de not bırakıyorlar. Hal böyle olunca da sorumlu tamamen hayvan oluyor.

Balıkla dana mukayese edilir mi? Dışarıda kesimini gördüğün hayvanla görmeden kesilmiş hayvanın ölümü bir mi? Sosis, salam, sucuk ve pastırma semizotundan mı yapılıyor? Kasaptan aldığın etin daha önce yaşayan “meee” leyen veya “möö” leyen bir hayvan olduğunu bilmiyor musun? Mezbahane’de kesilen hayvanlardan kan yerine su mu akıyor? Ya da hayvan kesen kişi çok mu kibar davranıyor?

Bu konuyu da sevgili annemin bir hikâyesi ile noktalamak istiyorum. “ Zamanın birinde köyde yaşayan bir aile, kuyularından çıkan eşek mokundan dert yanıyormuş. Günler böyle geçerken, bir bakmışlar ki eşek mokunun yanında bir de insan moku var. Anne baba ve küçük kızdan oluşan aile, bu mokun kime ait olduğunu bulmakta zorluk çekmemiş. Kızlarını yanlarına çağırıp, kuyudan çıkardıkları mokları göstererek “Bak kızım! Bu mok bizim karakaçana ait diğeri ise kime ait bilmiyoruz. Bunun en iyi cevabını ise sen vereceksin.” köşeye sıkıştığını anlayan kız “Babacım, ben karakaçanla aynı suçu işlemedim. O gidip içine yapıyor. Ben ise kenarına yapıp çubukla ittiriyorum.”

Şimdi tekrar soruyorum!

Sizler, içine yapanlardan mısınız? Yoksa çubukla ittirenlerden mi?

BURÇLARIN GÜCÜ!  

Yazan by: İpek

Bazen bir kelime, bir resim veya bir olay birden başka bir konunun doğmasına neden olur. Yaşadığım aynen böyle bir şeydi ve ben de bu olayın insanlar üzerindeki etkisini incelemeye başladım.

Aslına bakarsanız burçlar hayatımızda çok eskiden beri var olup insanoğlunun yaşamına yüzyıllardır yön vermekte. Niyetim burçların tarihini anlatmak falan değil. Sadece son günlerde duyduğum “uyumlu burç, uyumsuz burç” söylentilerini düşününce, insanların geçimsizliğine bahane yaratmak adına yeni yani çok eski bir yöntemin tekrar gündeme getirildiğini gördüm.

Bundan altı yıl önce üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışan bir edebiyatçının, eşinden boşanma sebebi olarak söylediği bahaneyi anımsayınca, konumuzun sadece cahil kesimle ilintili olmadığını fark ettim. Bu arkadaşımız, karısının koç kendisinin de oğlak burcu olmasından dolayı hiç geçinemediklerini anlatmıştı. Ama burçların dışındaki şu “güççük!” ayrıntıyı da atlamıştı. Bu Casanova, yemeğe düşkün olduğu gibi kadınlara da düşkündü. Üniversitede çıkmadığı kız öğrencinin kalmadığı söylenmekteydi. Evlilikleri boyunca, eline bir ekmek bile alıp evine gitmemişti. Çünkü elinde poşet taşımak, karizmaya tersti. Kadın, sübyancı kocasına daha fazla dayanamadı ve boşanma davası açtı. Boşanma bittikten sonra bizim hoca “Acaba hangi burçla daha iyi anlaşırım?” sorusuna yanıt bulmak adına on iki burçluk bir liste daha yaptı. Sonuç olarak, koç burcu ile anlaşamadığına karar verip, tezini diğer burçlar üzerinde yoğunlaştırmaya başladı. Suçlu mu kim? Kesinlikle burçlar

İşte bu olayı hatırlamaya başladığımda, çevremdeki insanlara da bu konu ile ilgili sorular sordum. “Burçlara inanır mısın? Eş ve arkadaş seçiminde burçların etkisi ne derece rol oynar?”gibi ardı ardına gelen bir yığın anlamsız soru yönelttim. Bir kısmı inanmadıkları halde her sabah gazetede burcunu okuduğunu ve bunun da alışkanlıktan kaynaklandığını söyledi. Ancak birçoğu da inandıklarını ve seçimlerinde burç uyumuna dikkat ettiklerini söyledi. Hatta bu konu o kadar ciddi boyutlara taşınmıştı ki kadınlar çocuklarını bile kendi burçlarına uyumlu doğsun diye olasılık hesapları yapıp kombinasyon soruları çözmeye başlamışlar. “Sanki çocuğu kendi burcuna uyumsuz bir ayda doğarsa çöpe atacak.”

Bu konuyu sakın sıradan bir olay olarak görmeyin! Televizyonda bile her gün “burçların uyumu” diye bas bas bağıran insanların gittikçe kaderci pardon burççu olmalarına şaşmamak lazım. Yetmiş yaşındaki teyzem bile evlatlarını sorgular oldu. Evladının kendini ziyaret etmemesinin sebebi olarak, yükseleninin ona kattığı asi ruhtan kaynaklandığına inanıyor.

Vay anam vay! Annem hep “Edepsizliğin ismi stres, boşanmanın adı da dünya görüşü farklılığı oldu.” derdi. Büyük kadınmış vesselam… Anam babamla evlenirken ne burç uyumuna nede elektrik alma hikâyesine baktı. Evine, arabasına veya dünya görüşüne… Sadece sevdi! Sevginin içine katmadı bu yabancı kelimeleri.

Anacığım belki değişmedi ama onun yaşıtları çoktan küresel dünyanın içinde yerini aldı. Eş aramak için televizyonlara çıkıp “ Fiziği şöyle olsun, yaşı küçük, parası çok olsun.” diye ahkâm keser oldular. Bu aradıkları özelliklerin hepsini bulsalar bile karşıda oturan Burççu Teyze “Uyum yok!” diye kükrediğinde, dedelerimin ve ninelerimin içini bir kurt kemirmeye başlayıp, “Beni taşıyamaz.” lafları ile eş adayını postalamayı bile öğrendiler.

Gördüğüm o ki burç dediğimiz illet bir tek para ve güzellikte önemsizleşiyor. O vakit her şey önemini yitiriyor ve tamamen “duygusallık” ön plana çıkıyor. Bütün trafolar bu ikili için elektrik nakletmeye başlıyor. Yaş yetmiş iş bitmiş hikâyesi de alınan yüksek volttaki elektrik sayesinde hücre yeniliyor. Annem bu yaştaki insanların “Elektrik alamadım.” gibi sözlerini dinleyince “ Allah seni bildiği gibi yapsın! Bu yaşta alacağın elektrik senin şartellerini attırır. Bak sen buna! Bir de neler istiyor?” diye söylenip duruyor. Acaba annemi de oraya yollasam mı? Şöyle evi, arabası olan annemi taşıyabilecek “sırtında”, spor yapan bir cici baba bulabilir mi? Ama annem burcunu bilmiyor. Annesi bir kış günü doğduğunu söylemiş. O yüzden hiçbir zaman uyumlu bir eşe sahip olamayacak.

Bundan sonra sevgilinizden ayrılmak için bahane bulmanıza gerek kalmadı. “Seni çok seviyorum ama birlikte olmamıza burçlarımız mani oluyor. Burçlarımız utansın!” dediniz mi iş tamamdır. Eşinizle kavga ederken bile bunu kullanabilirsiniz. “Aslında seninle kavga etmek istemiyorum ama buna sebep olan senin annen. Ay! Annen değil burçlarımızzzzzz… Ben yapmadım burçlar yaptı.

Valla ben bu işi çok sevdim. Burçların neden olduğu bir yığın bahane üretebilirim. Mesela mı? Buyrun:
—Hayatım, ekonomik olarak çok zor durumda olduğumuzu biliyorum. Kahretsin ki sık sık değişiklik yapma isteği olan bir burca sahibim.
—Aslında anneni çok seviyorum. Anlaşamamamızın tek nedeni burç uyuşmazlığı… Hırrrr…
—Canım, seni aldattığıma mutlu olduğumu mu zannediyorsun? Aşk adamı olmam benim hatam değil. Beni bu hale getiren taşıdığım burcun yaptırımları!
—Eğer her girdiğim işten atılıyorsam bu benim başarısızlığımdan kaynaklanmıyor. Burcum emir altında çalışmamı engelliyor.
—Çok zeki, lider ve girişimci olmam suçsa bu suç tamamen burcuma ait.
— Bugün işe gidemem. Mars’ın olumsuz çekim gücü beni kuşatmış durumda.
—Yemek davetini kabul etmek isterdim ama burcum bu aralar sanatsal olaylarla “Ressamla çıkacam leynn!” ilgilenmemi öneriyor.
—Hâkim Bey, şiddetli burç çatışması içindeyiz! Lütfen bizi boşayın.
—Baba, sınıfta kaldım. Kızmadan önce lütfen beni dinle. Venüs’ün çalkantılı durumu başarısız bir yıl geçireceğimi zaten sene başında söylemişti.

Gördüğünüz gibi ne hayalin nede bahane üstüne bahane üretmenin sınırı var. Artık biz de yeni modaya uymak zorundayız. Karşındaki adamdan daha iyilerine layık olduğunu mu düşünüyorsun? O zaman “Elentürük alamadım.” de ve gerilim hattına doğru yol al. “Beni taşıyamadı.” mı diyorsun? “Öküz gibi yersen olacağı buydu!” derim ama formata aykırı olur. O yüzden format gereği seni taşıyabilecek cebü güçlü, guvvetlü, gaslu ve de jiplü birine doğru yelken açmanın en güzel yolu “Beni taşıyabilecek birini arıyorum.”demek olur. Diğer bütün davranışların için de burçları suçlayabilirsin. Her amaca hizmet etmekte… Yeter ki sorumluluk alma!

Bu yazımı da annemden seçme incilerle bitirmek istiyorum. Ayyy!… Galiba yine ayıpçı bir laf yazacağım.

“ Osuruklu döte arpa ekmeği bahane!”

Ama böyle ayıpçı olmak benim suçum değil ki! Bunları bana burcum yazdırıyor. Ben ister miydim böyle ayıpçı sözler yazıp sizleri utandırmayı?

_Evet isterdim. Hahayttt…

Allah’ım ruhumu kötü bir burç istila etti.

Burçların gücü adına!
Suçsuzum, suçsuzum, suçsuzum!


RÜŞVETÇİ DEĞİL ÖĞRETMENİM!  

Yazan by: İpek

24 Kasım’da kutlanacak Öğretmenler Günü öncesinde Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı ve Valiliklere gönderdiği yazıda, öğretmenlere pahalı hediye alma yasağı getirmiş. Başbakanlık ve MEB, öğretmenlere ‘altın ve pahalı hediyeler yerine çiçek, kitap gibi sembolik hediyeler’ alınabileceğini belirtmiş.

Böylece, yılda bir parsayı toplayan öğretmenin de işine taş konmuş oldu. İyi de oldu! Öğretmenler Günü ayağına, akrabalarını işe yerleştiren, çocuğuna yurt dışında eğitim hakkı sağlayan, kooperatif zengini eden eğitimciler, bakalım şimdi ne yapacak?
“Baba, ben patlamış değil haşlanmış mısır satmak istiyorum!” diye ağlayan çocuğuna mısır haşlayıp sattıran, likit yumurta ile köşe olmaya çalışan öğretmenim, bu sözleşme ile tam anlamıyla şapa oturmuş durumda.

Daha geçenlerde oğluna kâğıttan gemi yapıp ticarete atılmasını sağlayan öğretmen arkadaşımı, ikinci gemi için kırtasiyeden mukavva alırken gördüm! Deli gibi çalışıp ikinci gemisini bitirmeye çalışıyordu. Böylece, “Öğretmenler Günü’nde hediye edildi. Ne yapsaydım? Hediyeyi geri mi çevirseydim?” diyecek.

Bugün içimden geldi; öğretmenlerin bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökeceğim.
Mesela bazı arkadaşlar, sınıfta ön sıraları ücretli hale getirmiş. Efendim, dersi ön sıradan izlemek 500 YTL, ,ikinci sıra 400 diye fiyat koymuş! Tapu için de sınıf defterinin arasına rüşvet pardon “BAHŞİŞ” bırakıyorlarmış! ( Hiç böyle değillerdi! Acaba bunlar kimi örnek alıyor?)
Bazıları da Öğretmenler Günü’nde gelen altınlarla kuyumcu dükkânı açmış. (Yaaaa! )... Savunmasında, “Burası kayınpederimin! Bizimle ilgisi yok.” diyormuş.


Bu anlattıklarım, hepimize ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi? Hatta kanıksadık bile… Böyle bir haberi duyunca, “ Aman! Ne var bunda? Her zaman yaptıkları şey…” demiyor muyuz? Üzerinde fazla konuşmaya bile değer görmeyip gündemi başka tarafa kaydırmıyor muyuz?
Güçlüyle uğraşmaktansa güçsüzü ezmek, egomuzu daha fazla tatmin ediyor. Canın birine çatmak mı istiyor, konu sıkıntısı mı çekiyorsun? Hiç üzülme! Çıkar sandıktan öğretmeni, başla yazmaya… Aşağıla, yerin dibine sok, ağlak, kültürsüz, sapık, yetmedi dayakçı de! Destekli olsun diye de anılarından birkaçını “doğru, yanlış fark etmez” döktürdün mü değme keyfine… Yetmezse araya adamlarını sokup sürgüne yolla. Bak o zaman kendini nasıl kuş gibi hafif hissedeceksin. Hatta yazın, en çok okunanlarda baş köşede yer alacak. Günlerce yazının okunmasını sağlamış ve adından da söz ettirmiş olacaksın.

Unutulan bir şey var ki biz bu ülkede 800 bin kişiyiz. Şimdiye kadar öğretmenler hakkında birçok şey yazılıp çizildi. Her meslekte, etik davranışlar sarf etmeyen olduğu gibi, bizde de vardır dedik. Kınadık! Ancak rüşvet kelimesinin lügatimize girmesine bile asla izin vermedik, vermeyeceğiz de.

Gelelim Öğretmenler Günü’nde gelen hediyelere… Şahsım adına söylemem gerekirse, selpak mendil dışında bu bahsi geçen hediyelerden bir tane bile almadım. “Alan yok mu?” diye sorduğunuzda cevabım “Var!” olacak. Ancak hiçbir öğretmen, “Bana altın alın.” demez, dememiştir de…

Bunu organize eden, Sınıf Aile Birliği Başkanı'ndan başkası değildir. Veliler kendi arasında böyle bir yarış içine girmiş durumdalar. Bu durumdan mesul olan öğretmen değil, asıl kendilerinin ne kadar varlıklı olduğunu ispatlama çabasında olan veliler. Ayrıca bahsi geçen hediye olayı da her okulda karşılaşılan bir durum değildir.

Sürekli, “Hediye götüremediğim için öğretmen beni sevmedi!” tümceleri de 800 bin öğretmene mal edilemez. Öğretmenlik, masa başında oturup, çalakalem sallamaya benzemez! Bu işi yapmak, müthiş bir sabır ve yürek ister. Hem de öyle bir yürek ki eve geldiğinizde konuşmaya bile takatinizin kalmayacağı kadar…

Sormak lazım; her Eylül ayında, kayıt parası vermekten iflahı sökülüp de, ''iyi okul'' diye adlandırılan okullara çocuklarını kaydettirmek için araya onca torpil sokarak fahiş meblağlar veren, hak yiyen insanları niçin etik buluyorsunuz?

''Rüşvet'' kelimesinin ''bahşiş''e çevrildiği bu düzende, yatlar, katlar ve gemicikler alınırken, öğretmene gelecek olan hediyenin derdine düşüp bizleri aşağılamak çok mu etik?
İmza atmamız isteniyor, öyle mi? Atarız! Ancak bu imzayı Türkiye Cumhuriyeti’nde çalışan tüm kamu görevlileri de atmalı! Yiyorsa tabii...

Unutmayın!
Bizler, elimizde Deniz Feneri değil meşale taşıyoruz.

HERKESİN BİR İLK AŞKI VARDIR  

Yazan by: İpek

İki genç birbirini ölesiye severken, yaşamın olmazsa olmazlarından olan kötü kader de sinsice ağlarını bir ters iki düz şeklinde örmeye başlar. Tabiki de bu model, ileride tecrübenin lastik kısmını oluşturacaktır. Onlar, genellikle ormanda buluşup yeni doğmuş keçi yavrusu misali, o ağaç senin bu ağaç benim “Yakaladım seni!” diye artmış libidolarını koşarak dindirmeye çabalaya dursunlar, bizim kötü kader diye nitelendirdiğimiz ağ örücü, bu iki gence beş şişten çorap örmeye başlamıştır bile… Kimine göre başlarına geçirmek için kimine göre de, ormanda tepinirken ayaklarını korumaları içindir. Nihayetinde oğlak misali koşmasanız da herkesin illaki bir ilk aşkı olmuştur.


Hani mesaj yerine mektupların yazıldığı, birbirine en romantik şarkıların hediye edildiği dönemlerden bahsediyorum. En mahrem anların yatakta değil parkta elele gezmek olduğu, karşısındakini söğüşlemekten ziyade bir simidi paylaşmanın hazzına varıldığı yıllardan…
Kısacası şu zamanda olmayan ama bundan yirmi otuz sene önce yaşanan gerçek bir aşktan bahsetmek istiyorum.

Birbirlerini görmeyeli tam tamına yirmi koca yıl geçmişti. Nice fırtınalar atlatılmış, yaralanmış ve yaralamışlardı. Nefret edilmiş, nefret eden olmuşlardı. Her şey ama her şey değişmişti. Değişmeyen tek şey o iki gencin yıllar önceki aşkıydı. Çünkü anılarını o kadar derinde saklamışlardı ki kimse kirletememişti. Bu geçen yıllar içinde adlarını bile sesli telaffuz etmemişlerdi. Korktukları tek şey, saf ve masum anılarının kirletilmesiydi.

Ayrı geçen yıllarda“Kim kimi daha çok anımsadı?” bu bilinmez ama bilinen bir şey var ki ne zaman genç bir çift görseler, yürekteki tozlu sevda akla gelir ve dudaklardan dökülen tek dua “Dilerim, onların aşkı da anımsandığında mutluluk verecek kadar güzel geçer." olurdu.

Birlikte oldukları dönemde o kadar çok yürümüşlerdi ki, onları görenler dolmuşa binecek paralarının olmadığını düşünmeye bile başlamıştı. Halbuki onlar için yürümek, birlikte geçirilecek zamanı uzatmaktı.
Geçen onca zamandan sonra, tesadüfen belki de istedikleri için elleri birbirine dokunmuş, sıcak bir dokunuş ve terleyen eller unutulmaz anın ilk kareleri olmuştu. Artık zaman durmuş yürekleri ellerinde atmaya başlamıştı.
Sonra…
Yani yine aylar sonra, bir kış günü değdi dudaklar birbirine… Öpüşmek bumuydu sahi? Nafile… Yapılan tüm tembihler firardaydı.

Ayrı geçirdikleri anlar, onlar için kara zindandaki prangalı mahkûm misaliydi. Küçük bedenlerine o kadar büyük bir sevda yüklemişlerdi ki bunun altında ezilmeye hatta birbirlerini ezmeye başlamışlardı. Artık, aşkları ızdırap çekiyordu. Hayatta her türlü acıya katlanabilirlerdi ama aşklarının ızdırabına asla…

Her ikisi de bu duruma kahroluyor ve aşklarını kurtarmak adına ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Kolay değildi, kolay olmadı da…

Bunu yapmak erkeğe düşmüş ve her söylediği sözle sevdiğinin yüreğini istemeyerek de olsa paramparça etmişti.

Son kez eller birleşti ve esen soğuk rüzgara inat hiç ayrılmayacakmış gibi sarıldılar. "Ağlamak yok!" demişlerdi birbirlerine ama bu sözü tutmanın imkânı var mıydı?

Giden görmese de ardından bakan yaşlı gözler “Şimdi geri dönecek!” diye saatlerce yolunu bekledi.

Ne o gün nede o günden sonra bu söz hiç tutulmadı.Ve bu yüzden, onun adının evde anılması ve resimlerine bakılması yasaklandı. İki yıl sonra ikisi de üniversiteyi kazanmış ve hayata yeni sayfalarla başlamışlardı. Kızın aklına ne zaman sevdiği düşse herkesten sakladığı kaseti çıkarıp, sevdiğinin sesini dinler ve için için ağlardı. Yılların geçmesi ile resimler ve kaset bir kutuya mahkûm olmuştu. Özgür olan tek şey yüreklerde gizlenen aşk anılarıydı.

Tekrar âşık olmuş, sevmiş ve sevilmişlerdi. Terk etmiş ve terk edilmişlerdi. Ancak hiçbir zaman, o eski aşkın yerine geçebilecek bir aşk yaşamamışlardı. Terk edilmeler ve terk etmeler de artık manasını yitirmişti. Kısacası ilk aşkın kutsallığı bir kez daha benzersizliğini kanıtlamıştı.

Evet, birbirlerini görmeyeli tam yirmi yıl olmuştu. Ve bir gün, bu hikâyeyi dinleyip etkilenen bir arkadaşları sayesinde en beklenmedik anda teknolojinin nimetlerinden sayılan msn de karşılaşmış, hayalini bile kurmaya cesaret edemedikleri bir olayın içinde buluvermişlerdi kendilerini… Onca yıldan sonra “Ne denir? Nasıl hitap edilir?” diye düşünmeye bile fırsatları olmamıştı. Olsa bile bu durum karşısında nasıl bir hazırlık yapılırdı ki?

Onlar, artık aynı kişi değillerdi. Konuşması gereken, yüreklerinde sakladıkları aşklarıydı. Yıllardır saklanan emanet, kutsal bir törenle iade ediliyor gibiydi. Her paylaşım biraz daha yürekleri hafifletiyor ve anıların hatırlanmasıyla tekrar aynı yıllara bir nebze olsun dönülüyordu.

Aslına bakarsanız, nasıl ve niçin ayrıldıklarının hiç mi hiç önemi yoktu. Din, dil veya etnik köken… Sebebi ne olursa olsun, onlar aşklarını bu güne kadar korumuş ve ölene dek koruyacaklardı. Ve bunun korunması için gerekirse bir yirmi yıl daha aşklarını yüreklerinde saklayacaklardı.


En azından buna kendi adıma söz verebilirim…

BALİNANIN ESRARENGİZ HAMİLELİĞİ!  

Yazan by: İpek

Uzun zamandır okuduğum haberlerle ilgili yorum yapmayı bırakmıştım. Ancak o kadar çok istek oldu ki bende okuyucularımı “kırmayım bari” dedim ve işe koyuldum.


Bugün yazacağım konu biraz müstehcen… O yüzden önce uyarayım ki sonra problem olmasın. Çünkü o kadar çok kibar, asil ve de ak kaşık olan insanlar var ki bu âlemde, şimdi yazımı okuyunca “Aaaa! Bu da neyin nesi? Nerden çıktı bu yazı? Çok ayıp, çokkk!” diye çığlık atmaya başlayacaklardır. Oysaki bu insanların, ciğerlerinin beş kuruş etmediğini bilirim. İkili konuşmalarda fantezilerine varıncaya kadar anlatıp tatmin olmaya çalışan bu asil, kültürlü ve de elit ağabeyler birkaç kişiyi görünce, Meydan Larousse moduna geçerler. Uyarımı da kibar bir dille yaptıktan sonra şimdi asıl konuya geçebilirim.

Okuduğum haberde ABD’nin Virginia eyaletindeki bir akvaryumda Tidbit adlı bir köpek balığının babasız çocuk doğurduğu bildirilmiş. Hayvancağız tam sekiz yıl bilim adına bir akvaryumda tek başına yaşamaya bırakılmış. Bunu yazmak kolay ama yaşamak kolay olmasa gerek…

Sonunda da olan olmuş. Bizim kızın canına “tak!” demiş. Bakmış ki bunların buraya bir erkek getireceği yok, iş başa düştü diyerek kendi kendine yapmış çocuğunu… “Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz.” diye boşuna dememişler. Helal olsun!

Aslına bakarsanız haber bu kadar kısa ve öz fakat olay bu haberi okuduktan sonra cereyan ediyor. İnsanoğlu böyle bir haberi okuyunca şüphe ile yaklaşmadan duramıyor ne yazık ki… Öğlen telefonla arayan arkadaşıma okuduğum haberi anlatınca hiç teklemeden “ Irıspıdır o! Bakma sen o haberlere… Akvaryumun etrafına gelen erkek köpek balıklarıyla teller arasında iş pişirmiştir.” deyince aklıma birden “Propaganda” filmi geldi. “Ne alaka?” demeyin hemen! Orada da teller vardı. Her şey kel alaka zaten…

Bu açıklama benim saatlerce gülmeme sebep oldu. Çünkü o kadar çok kendinden emin bir şekilde anlattı ki, sanki yan komşusunun kızından bahsediyordu. Birden “Acaba balinalar da insanlar gibi bu olayı yorumlasalardı nasıl olurdu?” sorusu aklıma takılıverdi.

Balinalar kendi aralarında konuşurken, içlerinden biri “Haberi duydunuz mu? Bizim Tidbit öldüğünde hamileymiş. Irıspının okyanusta yemediği halt kalmadı bir de kalkıp bilim için çalışmaya gitti.” bir diğeri ise “ Canım o Camgöz’ün oğluyla da az kırıştırmadı. Sonunda Çekiçbaş’la nişanlandı ama nafile… Sonu akvaryum oldu. Rezil etti bizi, rezil! Bu babasız çocuk yalanını anca insanlara yutturabilir. Yunuslar bile dötü ile gülüyormuş. Olan babasına oldu. Zavallı bu utançla fazla yaşayamadı. Köpek balığı avcılarının eline atmış kendini… Allahtan balık hafızalıyız da çok kısa sürede unutup gideceğiz.” insanca düşünen balinaların öyküsünü uzatmak emin olun ki hiç de zor değil. Neden zor olsun ki, bunlar zaten bizim kirli düşüncelerimiz…

Aynı olay bizlerden birinin başına gelseydi maalesef ki bundan farklı düşünmeyecektik. Önyargılarımızla yaşadığımız için yüzyıllardır olaylara bakışımız, yorumlayışımız hiç değişmedi. Bu gidişle de değişmeyecek.

Medyadakinin düzeyli ilişkisi takip edilirken, komşunun kocasından ayrılması ahlaksızlık olarak addedilen bir toplumda insanlıktan, dürüstlükten bahsetmek yanlış olsa gerek… Bir yazımda kullandığım “Ben diyorum dağda diken var. Sen anlıyon imdat beni si.. var. “ sözünü okuyup eleştiren büyük yazar arkadaşlarımın ahlak abidesi kesilmelerine de yukarıdaki yunus misali güldüğümü belirtmek isterim. Öncelikle balık hafızalarınıza kişisel muhabbetlerinizdeki sözlerinizi hatırlatıp sözlerimi yeni bir sözle bağlamak istiyorum. Korkmayın canım, bu sefer ki ayıpçı değil!

“Biz kırk kişiyiz kırkımız da birbirimizi iyi biliriz.”
Not: Yazımdaki tek abartı ilk paragrafta yer almaktadır. "Yoğun istek" sözü tamamen rüyamdan esinlenerek yazdığım bir ifadedir. Galiba bir tarafım açık kalmış:)

ÜÇ KAPAĞA BİR BARDAK  

Yazan by: İpek

Özel günlerle birlikte kampanyalar da mantar gibi birden ortalığı sarıyor. Bunlardan biri de “üç kapak getirene bir renkli bardak bedava” hikâyesi…

Acaba bizleri cezbeden bedava kelimesi mi yoksa bardak sevdamız mı? Eğer sebep bardak sahibi olmak olsaydı, onca para verip kapak biriktireceğimize gidip bir zücaciyeden takımını alıp bu işkenceden kurtulurduk. Maalesef ki sebep bu değil! Bizleri tetikleyen tek şey “bedava” kelimesine gösterdiğimiz şartlı tepkimiz…

Bahsi geçen renkli bardakları almak için çekilen işkenceyi düşündükçe “Biz nasıl bir milletiz?” demekten kendimi alamıyorum. Neden mi? Bakın şimdi…

Bundan bir hafta önce arkadaşımın daveti üzerine kendisine gittim. Mutfakta koyu bir sohbete dalmışken “En çok oturmayı sevdiğim yerdir.” kapının çalınması ile birlikte sohbetimize ara verdik. Gelen kapıcıydı ve çöpleri topluyordu. Ceyda sohbetten uzaklaşmamak adına hemen çöpleri toplayıp kapıda bekleyen kapıcıya uzattı. Ve sonra kaldığımız yerden hararetli konuşmamıza devam etmeye başladık. O arada kapının çalındığını duyan eşi, salondan ağır adımlarla gelip “Gelen kapıcıysa şu kapakları ver de bardağı getirsin.” dediğinde, arkadaşımın yüzü birden değişiverdi. Çünkü biraz önce boş şişelerle birlikte kapakları da atmıştı. Olayı kısa süreli idare edip hemen bir plan yapmaya koyuldu. Tüm bu olanları komedi filmi izler gibi seyrediyordum. Kızı, babası ile birlikte ders çalıştığı için markete gidecek kişi aranıyordu. Didem, hamile olduğu için tüm gözler bana çevrilmişti. Olayın garipliğine daha alışamamışken bu komedinin başkahramanı oluvermiştim. İstemeyerekte olsa markete gidip her ihtimale karşı altı tane kola alıp geldim. “ Asansöre binemediğim için beş katı merdivenlerden inip çıkmam da cabası” eve girdiğimde hemen operasyona başladık. Kapakları teker teker açıp “üç kapak bir bardak” yazısını aramaya koyulduk. O kadar gönülsüz bu olayın bir parçası olmuşum ki her açtığımız kapakta “1litre bedava” yazısı çıkıyordu. Sadece birinde aradığımız yazıyı bulabilmiştik.

Çaresiz, olay açığa çıkacaktı. Servise gelen kapıcının zil sesi ile Ceyda’nın yüzü birden değişivermişti. Eşi tekrar mutfağa gelip kapakları sorunca, artık acı gerçeği açıklamak zorunda kalmıştı. Didem ile ben, tekrar seyirci pozisyonumuzu alıp gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Olayı sessiz karşılayan eş, masada yerini alıp konuşmamıza katılmak istedi. Güzel bir giriş yaparak konuyu “neden bu milletin adam olamadığına” getirdi. Tüm sorunun “sorumsuzlukta” yattığını anlatmaya başladı. Az önce yaşanan olayın da buna bir örnek teşkil ettiğini, kadınların bu konudaki yetersizliğini ve sorumsuzluğunu ele aldı. O kadar seri bir şekilde taşlamaya geçmişti ki, biz daha gardımızı almadan bir diğeri geliyordu. Bir kapak konuyu nerelere getirmişti. Sonunda verdiği tepkinin anlamsızlığını fark etmiş olacak ki bu kampanyaların insanları ne duruma düşürdüğünden bahsetmeye başladı. İnsanları bilemem ama beni ne duruma düşürdüğü ortadaydı…

Birkaç gün sonra mahalle bakkalına gidip üç kapağım olduğunu ve bir bardak istediğimi söyledim. O da bana, adımı listeye yazacaklarını ve bardak siparişi vereceklerini söyledi. Yani bu kıymetli bardağa öyle kolay sahip olunamıyormuş. Küçük işletmecilerde durum böyleymiş. Eskiden medya sayesinde gazetelerin verdiği kuponlarla evde soba tutuşturmaya yarayan bir yığın gazetemiz oluyordu. Şimdi ise renkli bardak sevdasına bir yığın pet şişe koleksiyonumuz ve asit yüklü bir midemiz oldu.

Kapak deyip geçmeyin! Devletin bu durumda olmasına sebep olan etkenlerden biri de kadınların iyi bir şekilde kapak toplayıp bardak sahibi olamamasında yatıyormuş.

Benden söylemesiJ))

KUTLAMA MESAJI  

Yazan by: İpek

Uzun zamandır beni yalnız bırakmayarak yazılarımı okuma nezaketinde bulunan, adlarını bilmediğim ancak haritadan kırmızı noktalarla takip edebildiğim arkadaşlarıma öncelikle çok teşekkür ediyorum.

Ramazan Bayramı dolayısıyla da tüm Müslüman âleminin bayramını kutlar, nice bayramları ağız tadı ile sağlık ve mutluluk içinde geçirmenizi temenni ederim.

YAĞMURUN YAŞATTIKLARI  

Yazan by: İpek

Günlerdir erken uyanmanın verdiği stres, nihayetinde dokuz günlük tatil haberi ile bir nebze olsun dindi. Çünkü bu tempoya daha fazla dayanabileceğimi hiç ama hiç zannetmiyordum. Uzun zamandır ilk defa “yani üç haftadır” sabahım mutlu geçti. Tek sorun; günlerdir dinmeyen yağmurda...
Bir çok insan yağmurda gezinmeyi, aşkını anlatmayı, camdan bakmayı, falan filanı sevebilir ama ben sevmiyorum işte! Yani sevmiyorum diye de mevsimler üçe inecek değil ya! En azından arada bir güneş yüzünü gösteriyor ve gök kuşağını seyredebiliyorum. Buda bir şey…
Ufak tefek işlerimi hallettikten sonra dışarıyı seyretmek için balkona çıktım. Hani şu yağmur sevdalılarının dediği gibi toprak kokusunu içime çekmek istedim. Günlerdir yağan yağmurdan sonra maalesef ki toprak kokusu falan kalmamıştı. Ama ben ısrarcıydım. Koku yoksa romantik laflar edip hatta şiir bile yazabilirdim. Alıcı gözüyle yağan yağmura ve etrafa bakmaya başladım. Karşı binaların alt katlarına su dolmuştu. Kadınlar eşyalarını dışarı çıkarmak için çırpınıyor, çocuklar ise komşulara teslim ediliyordu. Herkes birbirine bağırıp duruyordu. İçimden “Acaba yanlış yöne mi bakıyorum?” dedim. Mutlaka yanlıştı… Romantik olmam gerekiyor ama bu manzara karşısında sadece isyan duygularım depreşmişti.Hemen ters yöndeki balkona geçip seyrime başka bir açıdan devam etmeye başladım. Buradaki manzara ise diğerinden daha beterdi. Ağaçlar devrilmiş, hatta komşunun duvarı bile yıkılmıştı.
Bunca olayı gördükten sonra “Ah ah! Yağmurda gezmek, camdan yağışını seyredip çay yudumlamak ne kadar güzel olur.” diyemiyorum ne yazık ki… Bunu düşünecek kadar tuzu kuru bir insan değilim. Tabiî ki de doğanın yağmura ihtiyacı var. Bunu asla yadsıyamam ancak dışarıda yüzlerce insan bu durumda iken yağmur romantizmini de içime sindiremedim. Demek ki olaylara yaklaşımım veya bakış açım farklı… Ya da anormal bir insanım.
Bu düşüncelerle içeriye girdiğimde radyonun nağmelerine kulak verdim. Güzel bir türküydü. Sanki hüznüm bir kat daha artmıştı. Birden tanıdık bir ses ciyaklamaya başladı. “Kısa bir reklam arasından sonra yine sizlerle birlikteyiz.” Bu ses, sabahları “Günaydın Türkiye!” diye bağıran cırtlak kızın sesiydi. Koku almış tazı gibi yerimde çakılıp kaldım. Tek istediğim “bizi şu numaradan arayabilirisiniz” demesiydi. Bıkmadan reklamları dinlemeye başladım. Numarayı vermeliydi. Verdi de… Artık öcümü alacaktım. Tam radyoyu kapatacaktım ki son reklam öç alma duygumu ertelememe neden oldu. Bu bir peçete reklamıydı. “İftar sofralarına yakışan … peçeteleridir.” diye devam ediyordu.
Millet yemeğe katık bulamazken senin kağıt peçeteni mi sofraya alacak? Peçeteni satmak istiyorsan sat da iftar sofrası ile bağdaştıracak kadar basitlik sergileme. Ramazan ayı geldiği günden beri tüm reklamlar bu aya yönelik işlemeye başladı. Durumdan nemalanmak bu olsa gerek… Ramazan dolayısıyla her şeyin iki katına çıktığı bir ülkede aslında bu uyanıkları çok görmemek gerekiyor. Onlar hayatları boyunca yoğurdun kaymağını yemeye alışmışlar. Halkın etinden, sütünden tüyünden, tüsünden faydalanmazlarsa içleri rahat etmez.
Dışarıda yağmur mu yağıyor, fakirin evini su mu basmış kime ne? Al eline çayını yağmuru seyredip hayallere dal… Sofrasında kuru zeytinle orucunu açanlar, gidecek evi olmayanlar varmış. Bundan bize ne… Sofrasında üstü dondurma altında künefesi olan tatlısı, kolası ve peçetesi olsun. Özellikle de peçete… Mutlaka olmalı!
Keşke yağmuru seyrederken hayallere dalacak kadar huzurlu, ellerini peçete ile silecek kadar tok olan insanların olduğu bir ülkede yaşayabilseydim.

NEDEN AZ YAZIYORUM?  

Yazan by: İpek

Eskiden ama çok eskiden yani Onpunto adındaki çöplüğümüz kapanmadan önce gün aşırı yazı yazardım. Okuduğum bir haber veya geçmişte yaşadığım bir olay kısacası keyfim neyi emrederse o dökülürdü parmak uçlarımdan…

Yaşamımda öyle bir yer almıştı ki kendimi Onpunto’nun memuru gibi hissediyordum. Aslında memur kelimesi o anki durumumuzu anlatmaya emin olun ki yetersiz kalıyor. Bizler neredeyse orada yaşıyorduk. Niyetim eskiyi yâd etmek değil, aksine şu an ki konumumu ifade edebilmek…

Farkında olmadan birçok arkadaşım gibi bende yorulup, yıpranmışım. Bunu zaman geçtikçe çok daha iyi anlıyorum. Tabiî ki de tek etken bu değil! Hayatımda devrim niteliği taşıyan, yaşamımı puslu bir manzaraya çeviren “Sabahçılık” beni resmen dumura uğrattı.

Yıllardır sabah üç veya dörtte yatıp on gibi kalkan ben, iki haftadır saat altıda uyanmak zorundayım. Ve bu zorunluluk tam tamına 170 gün daha devam edecek. Her gece, “erken yatıp uyumalıyım” diyerek kendimi motive etmeye çalışıyorum. Gece saat bir gibi yatıp uykumun gelmesini bekliyorum. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum…

En son saatin dört olduğunu görüyorum.

Biliyorum ki birazdan uyuyacağım. Sonunda hiçbir şey hissetmiyorum. Derin bir uyku içindeyken, uzaklardan ama çok uzaklardan gelen melodiyi duymaya başlıyorum. Önce yumuşak tınılarla çalmaya başlıyor. Daha sonra ikinci bir ses buna eşlik ediyor. Duyuyorum ama bu sesler sadece rüyama eşlik edebiliyor. Ve birden “Günaydın Türkiye))))) “ diye anıran bir kadın sesi karışıyor bunlara… “ Benim gibi erken kalkmak zorunda olanlar hadi bakalım sallanmayın!” demesi yok mu?
_Bir gün tenhada kıstırırım ben seni!

Fatih Ürek’ten “Hadi hadi hadiiiiii!” şarkısının eşliğinde kin ve nefret dolu olarak güne “merhaba!” diyorum. Ve tek dileğim bir gün o kadının sesinin kısılması… Tüm hızımla dördüncü alarmı kapatmaya gidiyorum. Eğer kapatmaya geç kalırsam bütün gün kulaklarımda çınlayıp duruyor. En zor aşamayı geçtikten sonra okulda soluğu alıyorum. 27 çocuk ve ben… O saatte hepimiz birbirimize zombi gibi bakıyoruz.

Ağır adımlarla sınıfta yürümeye çalışıyorum. İlk ders ne olursa olsun çocuklar beni bir huşu içinde dinliyor. Hele bugünkü ders beni bile çileden çıkarmaya yetti. Sabahın köründe “Tevhid_i Tedrisat” kanununu anlatınca, çocukların yüzde sekseninin gözleri açık uyuduğunu fark ettim. Sonunda sınıfça bahçeye çıkıp dersi dışarıda işlemeye karar verdik. Hem yürüdük hem de dersimizi işledik.

İşte arkadaşlar, ben bu haleti ruhiye içindeyken ne gördüklerimi nede okuduklarımı yazabiliyorum. Tek düşüncem sağ salim bu 170 günü geçirebilmek…

Bu arada sakın ola ki “süt iç, şunu yap, bunu dene…”gibi sözler sarf etmeyiniz. Emin olun hepsi denenmiş ve başarısızlıkla sonuç vermiştir.

İLK BEŞ YILIN SIRRI!  

Yazan by: İpek

Şimdi yeni bir moda olan şu evlilikteki ilk beş yıl riskli dönem hikâyesini anlamaya çalışalım. Bunlar şu aptal dergilerin dayatmaya çalıştığı düşüncelerden başka bir şey değil. Neden bunlar annemin zamanında yoktu? “İcat edilmediği için.” Çünkü o zamanlar bu kadar çok kadın dergisi ve diziler yoktu.

Hadi şimdi evlenelim. Bakalım neler oluyor.

Birbirini çok seven iki çiftimiz var. Artık evlenmek istiyorlar. İsteme merasimleri biter nişanlanırlar. Her şey güllük gülistanlıktır. Ama aileler için öyle değildir. Kızın ailesi, karşı tarafın az geldiğini, çok geldiğini, damadın az hediye getirdiğini, gülmediğini, güldüğünü velhasıl her şeyini sorun haline getirir. Oğlan tarafı yine ona keza…
Ama bizim kumrular, birbirlerini seviyorlardır. Tüm bu sıkıntıları birlikte göğüs gerip atlatacaklarına inanıyorlardır. Artık nikâh günü belirlenir. Şimdi, daha kâğıttan bir sorunla karşılaşılır. Nikâh davetiyesi nasıl olmalıdır? Oğlan, “Şu olsa da olur.” der. Kız kırmamak için kabul eder ama aile ayaklanıverir. Buda ne böyle. Sanki sünnet davetiyesi… Canım bizim çevremiz var. “Hay senin çevrene…”
Eşya alınacaktır. Her şey tam olmalı. İki kişiyiz ama bulaşık makinesi şarttır. Arkadaşımın var. Ne yani ben hak etmiyor muyum? “Hak ediyorsun canım, hem de çok hak ediyorsun…”
Salon takımı, oturma gurubu, yatak odası, yemek odası, beyaz eşyalar diye Hammurabi Kanunları gibi bir liste sıralanır. Nasıl alınır? Neyle ödenir? Diye düşünülmez. “Canım bir kere evleniliyor. Olacak tabi.”
Bir de balayı vardır. O da kolay, kredi kartına taksit yaptırırız olur biter. “Aslına bakarsanız biten tek şey insanlıktır.”
Neyse ki zar zor bir şeye karar verilir. Nikâh olur olmasına da sırada düğün vardır.
Salon tutulmalı, gelinlik alınmalı pasta siparişi, arabası, gelen misafirlerin karşılanması, kuaför vs vs…
Her şeyin sonunda temelleri borç içine kurulan bir evlilik gerçekleşmiş olur. Çok değil, bir ay sonra bir bakmışsınız ki evinize aldığınız eşyalar gibi anlamsızlaşıp, tozlanmaya yüz tutmuşsunuz. Artık bu saatten sonra ister koltuğu batıya daya istersen de sırtında taşı… Sıkıntı bedenini sarmaya başlamıştır. Daha doğrusu cebini… İşte bu sırada dergiler imdada yetişir. Mutsuz musun? Yoksa evde içini bir sıkıntı mı kaplıyor? “Eğer böyleyse güneş sistemine göre eşyalarını yerleştirmedin. Köşelere dikkat etmedin veya renk seçimin yanlış!” diye fetva vermeye başlayan bir sürü yazıyı okumaya, çare aramaya başlarsınız.
Bir akıllı da çıkıp en tehlikeli dönemin 1–3–5 yılları arasında olduğunu söyler. “Hey Allah’ı güzel! Senin tehlike dediğin şey, yapılan borçların ödenme süresidir.
Sen ruhunu eşyalara satmasaydın, şimdi her aldığın eşyaya bir anlam, yükleyerek azıcık aşım kaygısız başım diyecektin. Ve şimdi kocanla birlikte oturup hangi eşyayı ne zaman aldığınızı, nasıl sevindiğinizi paylaşıyor olacaktın.

BAYRAKSIZ OLMAZ!  

Yazan by: İpek

!

İki ay önce arkadaşlarımın sınır kapısında yaşadıklarını duyunca “ince zekânın ürünü” diye bahsedilenin böyle bir şey olduğuna karar verdim. Bakalım sizler okuyunca ne düşüneceksiniz?
Kilometrelerce uzaklıktan tatillerini geçirmek için vatanlarına doğru yol alıyorlar. Uykusuz geçen gün ve gecelerin ardından Kapıkule Sınır Kapısı’na ulaştıklarında kendilerini güler yüzlü polis memurları karşılıyor.(Herhalde öyledir.) Onca yorgunluk, çekilen onca hasret bir anda bitiveriyor. Artık vatanlarına, kendi evlerine geldiklerini hissediyorlar. Az sonra buğulu gözlerle köylerine, şehirlerine doğru yol alacakları anı bekliyorlar. Bunu düşündükçe sevinç ve heyecanları bir kat daha artıyor. İşlemler bitip, hareket edecekleri sırada polisin elini hala arabanın üstünden çekmediğini fark ediyorlar. Tam “Memur Bey, ters giden bir şey mi var?” diyecekleri sırada, polis “Arabanızda bayrak yok!” diyor ve ardından kapak olacak soruyu yöneltiyor. “Türk Bayrağı olmadan yola çıkılır mı?”
Bizimkilerin yüzüne birden bir tebessüm yerleşiyor. “İlahi memur bey, biz de gerçekten evraklarda eksik falan var zannettik. Şükür ki…” diyecekleri sırada karşısındaki kişinin hiç de şaka yapar bir hali olmadığını fark ediyorlar. İşte tam bu anda aracı kullanan adam, karısına dönüp duyduklarını onaylamasını istercesine bakıyor. Yarı uykulu olan kadın, “eksik ve unutma” kelimelerine odaklanıp birden panikliyor ve sessizce getirmesi gerekenleri saymaya başlıyor. “Annemlerin, dayımların, amcamların hatta bahçedeki köpeğin bile hediyesini valizlere koydum. Unuttuğum hiçbir şey yok.
( Bayrak koşusuna çıkmadılar ki yanlarında getirsinler!)
Polis, arabanın içine son bir kez daha bakıp “Bayraksız, ülkede yolculuk yapılmaz!” diyerek ince bir ayar çekiyor. Neredeyse vatan haini damgası yiyen gurbetçilerimiz, yaşadıkları utançla boynu bükük bir şekilde yollarına devam ediyorlar.
Takriben yüz, yüz elli metre ilerlediklerinde birden yol kenarında, elindeki bayrakları sallayan satıcıyı fark ediyorlar. İnanılır gibi değil! Sanki Allah, onların bu hallerini görmüş ve bayrak satıcısını Hızır gibi karşılarına çıkarmıştı. (Bak sen bu işe!) Satıcı, müşterisini geçirdikten sonra bizimkileri görüp yavaşlamalarını işaret ediyor. Duran aracın yanına yaklaşıp “Abi, bayrak lazım mı?” diye soruyor. Sormuş sormasına ama ses tonundaki anlam “Sıkıysa alma da göreyim.” diyen cinstenmiş.
23 Nisan’da sınıfları süslemek için satılan plastik saplı bayraktan bir tane uzatıp 5 YTL istemiş. Her kontrolde durmamak adına pazarlık yapmadan eksik olan bayrağı alıp cama yapıştırmışlar. Böylece bir saattir cereyan eden bayrak krizini de en ucuz şekilde halletmişler.


Bu anlattıklarımın içinde sizce “rüşvet” var mı?
Hayır, asla rüşvet istenmemiştir!
Peki, satıcı silah zoruyla mı malını satıyor?
Özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse kimseyi bir şey almaya zorlayamaz.
Memur ile satıcı çocuk arasında iş ortaklığı olabilir mi?
Bu soru tamamen benim kötü niyetli olmamdan kaynaklı! Keşke Allah’tan başka şey dileselermiş! Valla olacakmış.
Malın ederi 5 YTL mi?
Karaborsada fiyatın tartışması olmaz.

GÖZLE RAHMİ KİM KARIŞTIRABİLİR?  

Yazan by: İpek

Anatomik yapı gereği göz, insan bedeninin baş kısmında yer almaktadır. Rahimin yerini bilmeyen varsa ki varmış onu da elim değmişken yazıvereyim bari…

“ Rahim, karın boşluğunda yer alan ters armut şeklinde bir organdır.”

Katarakt ameliyatı için gittiği İzmir Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Hastanesi’nde rahmi alınan 55 yaşındaki kadının tedavisi hala sürmekteymiş. Savunma ise “Tipleri aynı olan kadınlar karıştırıldı.” denmiş. Hastane Başhekim Vekili de olayı doğrulayarak “derin” üzüntü içinde olduklarını, olayın sorumlularını açığa alındığını belirtmiş.

Aman ne olacak canım! Aldıkları gibi tekrar takarlar. Öyle değil mi? Hatta kadına, büyük bir iyilik bile yapmış oldular. Böylece rahim kanserine yakalanma riskini de ortadan kaldırmış oldular. Rahim dediğin nedir ki?

Bu bir erkeğin de başına gelebilirdi. Adam aynı hastalıktan yatıp testisleri alınabildi. “Her ameliyatta bir şifa vardır.” diye düşünmek gerek. Burada önemli olan, neden ameliyat olduğun değil, ameliyat olabildiğindir.

Dünkü yazımda “Annem bir yalancı!” demiştim. Bakın, eskiden yani benim annem gibileri genelde bebeklerin dereden, leylekler tarafından geldiğini söyleyip, bir yığın yalanlarla beynimizi doldururdu.

Bir insan kadın doğum uzmanı olabilir, hatta astronot da olabilir. Ancak annelerin söylediği sözler maalesef ki hiçbir zaman akıldan çıkmaz. Eleştirmeden önce o uzmanın küçüklüğüne inmemiz gerek… Annesi belki çocukların gözden doğduğunu söyleyip, bir bilinçaltı sorunu oluşturmuştur. Olamaz mı?

Valla, düşünmeyim diyorum ama inanın olmuyor! Bu adam veya kadın, “cinsi her neyse ne olan doktor” yıllardır ilişkiye ya gözden girmeye kalkıyorsa? Ulaaa… Yok, canım o kadar da değildir! Değildir dimi?

İnsanın “delikli kuruş” kadar değeri olmadığı ülkemde; ölümlerin, suikastların kol gezdiği bir dönemde rahim gitmiş inanın çok değil! Halkın hakkını her koşulda savunacak, sorumlulara bunun hesabını fitil fitil burnundan getirecek bir kurum varsa söyleyin? Yanlışlıkla omuru alınanı duymadık mı? Ne oldu? İşten mi attılar? Yoksa insan hayatına tehlikeye attığı için hapiste mi yatıyor? Yoksa milyonlarca liralık tazminat mı ödedi?

Ablacım, ben derim ki “yat kalk dua et” et ki diğer organların yerinde kalmış. Hatta git bir kontrol ettir. Allah sana uzun ömürler versin. Bunu söylerken “dua mı beddua mı?” ettim bilmiyorum ama böyle bir dünyada yaşamayı şayet istiyorsan dua niyetine al.

Bugünkü yazımı bu olaya “cuk” diye oturan bir sözle bitirmek istiyorum.

“Ben diyorum dağda diken var. Sen anlıyorsun “imdat!” beni si… var.

Anlayana…

ANNEM BİR YALANCI!  

Yazan by: İpek

“Bak sen bu işe! Annesine utanmadan da yalancı diyor. Bu da evlat olacak! Anan senin gibi bir kargayı doğuracağına keşke taş doğursaydı. Taş doğmadın ama taş olarak öleceksin…”

Gördüğünüz gibi paket halinde sunduğum beddualardan birini seçip bana söyleyebilirsiniz. Bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Hala sözümün arkasındayım. Hatta daha ileri de gidip, imzamı bile atarım.

Şimdi, “yeni mi fark ettin?” diye soracak olursanız; evet, ahan da şimdi fark ettim. Oldu mu? Yaşadığım çöküntü zaten bana yetip artıyor bir de “Kim ne düşünür?” diye kafamı yoramayacağım.

Yıllardır anneme, “Keşke boyum daha uzun olsaydı.” dediğimde sürekli aynı sözleri söyleyip beni daima yüreklendirdi. Neymiş efendim; “ Kavakta da boy varmış ama üzerine kargalar konarmış. Gülün boyu kısaymış ama üzerinde bülbüller şakırmış.”

İşte bu laflarla beni yıllarca kandırdı. Daima gül üzerinde bir bülbül arayıp durdum. Gördüm mü? Şimdiye kadar bir defa bile böyle bir şeye rastlamadım.

Dışarıda esen rüzgârla birlikte sallanan kavak ağacına gözüm birden takılıverdi. Öyle güzel salınıyordu ki, hayran olmamak elde değildi. Önünden geçen rüzgâra, asilce selam veriyordu sanki…

“Aman, ne asili! Annem üzerine kargalar konuyor dedi ya, daha ne düşünecem.” diye mırmırlanırken gözüm aşağıdaki güllere takıldı. Aman Allahım! O da ne? Olamaz böyle bir şey! Hani anne bülbül demiştin? Ben serçeye bile razıydım. Ama bunu asla kabul edemem.

O bahçede envayi çeşit güller vardı. Daha bir kere bile bülbüllerini görmediğim güllerin üzerinde çocuk donları görüyordum. Çok daha dikkatli bakınca her yaşa uygun don, sutyen ve pijama mevcuttu.

E be anne! Ben sana ne diyeyim? Yıllarca bülbül konacak diye beklerken, doncu dükkânına çevirdim hayallerimi…

Yıkıldım, yıllarca kandırıldım. Bu ilk olsa, “neyse” diyeceğim. Ama bu ne ilk nede son…
O yüzden kusuruma bakma ama valla sen çok yalancısın!

TUTUMLU OLMAM GEREK!  

Yazan by: İpek

Bir aydır dışarı çıkmamaya gayret ediyorum. Resmen kendimi “ev hapsine” mahkûm ettim. Evet, kendime kastım var. Evin içinde geberip gidecem. Öldüğümü kimseler fark etmeyecek. Ta ki çöp çıkarmadığıma sevinen kapıcı, “Yiiii… Bu çok bilmiş kaç gündür acep neden çöp çıkar mi ki?” diye şüphelenene kadar kurtlar saracak bedenimi… Allahtan her şeyi merak ediyor. Çöpüme varıncaya kadar karıştırıp; ne yediğimi, ne içtiğimi bir bir listeliyor.
Tabiî ki de ev hapsini kendime boşu boşuna vermedim. Her dışarı çıkmamda deli gibi harcama yapmamı engelleyebilmem için tek çarem buydu. Borç yapmamam gerekiyor. Çünkü araba alacağım. Araba için gerekli olan her şeyi almıştım. Cik cik öten cam süsünden tutun da parfüme varıncaya kadar tüm gereksizler hazırdı. Eh, geriye bir tek iskelet kalmıştı. O da birkaç gün sonra tamam olacak.
Eğer bir aksilik çıkar da planlarım suya düşerse vay halime! Bir aydır yaşadığım yalnızlık, sıkıntı ve kaşıntının beni delirteceği kesindir. Yok, valla yerim kafayı… İşte o zaman “hey benim, beyinsiz kafam! Sana da arabana da mıçsınlar.” diye, kendimi her gördüğümde söylenirim. Gül gibi tatilin bir ayını para harcamamak için tut sen evde geçir, sonra da araba alama! Oy, oy, oy…
Ya, şimdi nerden geldi aklıma böyle uğursuz bir düşünce? Alanlar sanki benden çok mu zengin? Eee.. Bu soruya cevap vermek istemiyorum. Valla cevap vermeyecem.
Offf!
Tamam,” Salak tabi ki de senden daha zenginler. Hatta sen, zengin bile değilsin. Öyle olsaydın bir ay evde kapalı kalmazdın.”
Neyse ki önümde bir ay daha var. Bu zamanı iyi değerlendirebilirim. Çünkü bir daha ki tatil için tam on ay beklemem gerekecek. Eğer çıkmazsam ya beni dört kolluyla ya da beyaz bir gömlekle çıkaracaklar.

ELEKTRİK ÜRETEN PERDE  

Yazan by: İpek

Amerikalı bilim adamları, özel bir kumaştan yaptıkları güneş perdeleri ile elektrik üretmeye başlamışlar.
Gündüz güneş ışınlarını toplayıp gece bize elektrik olarak sunan bu perdeler, gelecekte kullanılacakmış.
Bu bizim kullandığımız gün ısı diye bilinen güneş panelleri gibi fotovoltaik hücrelere sahipmiş. Yarı iletken bu maddeler, güneş ışığını tutarak bunu elektrik enerjisine çeviriyormuş.
Tabi perdeleri kullanabilmek için önce güneş gören bir eve sahip olmanız gerek. Daha sonra da bu perdeleri alabilecek paraya…
Artık kendi elektriğinizi perdeleriniz üretmeye başlayacak. Hatta komşunuzda elektrik bitince “Komşu, habersiz misafirim geldi! Bizde de çok az elektrik kaldı. Rica etsem bir perdelik elektrik verir misiniz?” diye kapı ağzı konuşmalara hazırlıklı olmalıyız. Ne de olsa komşu komşunun elektriğine muhtaçtır.
Artık elektriğe zam gelse kimin umurunda? Millet beleş elektrik kullanırken Tedaş güneşi de kesemez ya… Hatta elektriği biriktirip, devlete de satabiliriz. “Benim kenarda köşede biriktirdiğim birkaç watt elektriğim var. Bari onu paraya çevireyim.” diye söylenen konuşmaları düşündükçe “Neden olmasın?” diyorum.
Olayın bir de olumsuz yanın düşünelim. Bütün gün elektrik üreten perdede, elektrik kaçağı meydana gelirse acaba kaç voltta çarpar? Perde çarpmasından ölen insanları düşünmek bile istemiyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam zamanın birinde su ile araba çalıştırdığını iddia eden bir Türk, belli bir süre sonra ölmüş ya da öldürülmüştü. Allahtan bunu bir Türk icat etmedi.
Güneş panellerini ev camlarında da kullanırlarsa yakıttan tasarruf etmiş, hava kirliliğini de engellemiş oluruz. Bu benim ki sadece bir fikir… Perde çarpsın ki böyle bir şey icat etmedim. İlgililere duyurulur!

*Bu yazıyı 20/06/2008 de okuduğum bir haberden sonra yazmıştım. Bu gün haber7 de okuduğum bir haberle devlete elektrik satma işi galiba olacak.:)

EYVAH, KOCAM KADIN OLUYOR!  

Yazan by: İpek

Bir sabah uyanıyorsunuz ve yanınızda yatan kocanızın memelerinin büyüdüğünü fark ediyorsunuz. Oh my God! Ohh mein Gott! O mon Dieu! Ve aman Allah’ım!

Yıllar önce İngiltere açıklarında balıkların cinsiyet değiştirdiği tespit edilmiş ama böyle bir durum insanlarda ilk defa görülmüş. İngiliz Terry Wright, istemediği halde 60 yaşından sonra değişime uğramaya başlamış. Adamcağız, “Altmışından sonra kadın oluyorum. İmdat!” diyor, doktorlar ise olayın ne kadar enteresan olduğu ile ilgileniyorlar.

Peki, gelelim bu olayın suçlusuna… Kadınların kullandığı doğum kontrol haplarındaki bazı maddeler idrar yoluyla sulara karıştığı için bu tür sonuçlar doğurabilirmiş. Olan bizim zavallı Terry’e oldu. Yazık adam bir de menopoza giriyormuş. Abooo…! Kalçalar falan büyümeye başlamış, yılların sakalı dökülüp, kadınsı bir havaya bürünmüş.

Allahtan dua etsin ki bu durum yirmi beşinde olmamış. 60 yaşına kadar erkek olarak yaşayıp beş çocuk babası olmuşsun, artık zamanı gelmiş ve şimdi de kadın olarak yaşa da gör bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu! Hem kötü bir şey değil ki! Eşinle birlikte aynı kıyafetleri giyer menopozu da birlikte geçirirsiniz. Ateş bastığında da birlikte dışarı çıkar hava alırsınız.

Bir an böyle bir şey yaşadığınızı düşünsenize… Eşiniz her geçen gün sizinle aynı şeyleri kullanmaya başlıyormuş. Cımbızı arıyorsun onda, yeni aldığınız ojenizi bitirmek üzere, parfümler yarıya inmiş, aynı kuaförden randevu alıyorsunuz, daha sayamadığım bir sürü şey… Allahtan ayakkabılarınızı giyemez. Yani herhalde giyemez. Normal şartlar altında ayaklarının büyük olması gerekiyor ama ya aynıysa!

Her zaman size seslenişinde “Canım, ben gidiyorum!” derken “Ay canım sonra görüşürüz. Bayyy… !” dediğini düşünemiyorum bile… Tamam, değişim güzel şeydir ama valla ben bu kadarını kabul edemem. Tez zamanda şu doğum kontrol haplarını toplatır mısınız yoksa bu duruma bir çare mi bulursunuz bilemem. Ama ben, eşimin bana kuma olmasını asla kabul edemem.

Bu değişim bizi bozar.

İVEDİK PSİKİYATRİSTLERİ KIZDIRMIŞ!  

Yazan by: İpek

Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik karakteriyle rol aldığı reklam filminin sözleri psikiyatristlerin tepkisini çekmiş.

Zaten çekmese şaşardım!

Reklâmda Recep İvedik; 1 saatin dolduğunu öğrendikten sonra borcunu soruyor ve 150 YTL olduğunu duyunca da “Yuhh! Yürü git. Beni kendimle baş başa bırak. Tarifenin keyfini çıkartacağım.” diyor. İşte bu sözler, doktorlara göre cahil halkı kötü etkilermiş.

Bak sen bu işe!

Binlerce sigortasız işçi; sağlıksız koşullarda çalıştırılırken, fabrikalarda ölümle pençeleşirken, kimsenin sesi çıkmıyor da bu reklâmı görünce birden doktor oldukları mı akıllarına geldi?

Reklâmın üstünden reklâm yapmak bu olsa gerek…

İnsanlar alkol tedavisi için doktor yerine Menzil’deki tarikata giderken, tepki vermiyorlar da buna mı seslerini yükseltebildiler? Biri çıkar; “şaşılarla dalga geçildi” der. Diğeri ise bir başka şeyi polemik yapar. Taşın üstünden “tık tık” kapı çalar gibi vurmaktan öte gidilmiyor. Kimse elini taşın altına sokup kirletmek istemiyor. Şişirilmiş gündemin kısır döngüsünde konuşmak, küçük dağları yaratmış havasına girmek moda oldu galiba…

Bir saat için ödenecek parayı; millet haftalık olarak alıp, evinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Çocuğu hastalandığında hastanelerden çevrilmemek için gece gündüz dua ediyor. O küçümsediğiniz cahil halkın, o kadar para ödeyecek maalesef ki durumu yok. O cahil dedikleriniz, kamyon arkasında eşya taşınır gibi tarlalara götürülürken sesiniz çıkmadı da şimdi mi kanınıza dokundu?

Hayattaki tek gayesi evine ekmek götürmek olan bu insanların sorunlarını ve sıkıntılarını dinlemek için mademki heveslisiniz, işte size bir fırsat! En azından haftanın bir günü o cahil halk için ücretsiz çalışın ki ne kadar önemli bir iş yaptığınız ortaya çıksın.

BU GÜNDEN SONRA KARPUZ DA ZAMLANIR!  

Yazan by: İpek

ABD Gıda Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre karpuzun içeriğindeki maddelerin libidoyu (cinsel istek) artırdığı ortaya çıkmış. Enstitü tarafından yapılan açıklamada "karpuzda viagra etkisi var" denilmiş. Bu da gösteriyor ki artık karpuz fiyatları tavan yapıp pazarın en lüks meyvesi konumuna gelecek.
Hadi fındığı bu yolla elimizden aldınız bari karpuza laf etmeseydiniz. Hatta öyle anlatılmış ki karpuz “ Viagra “cinsi ilaç üreten şirketlerin kapanmasına bile neden olabilirmiş. Vay, vay, vay!
Tabi bu da pazar esnafının satış naralarını hemen değiştirmesine neden olacak. Eskiden “Şerbet gibi bunlar! Seçmece karpuza gel! Kelek çıkarsa iade edersin. Gel gel gel…!” diye bağıran esnaf şimdi ne diyecek acaba?
Pazarda ve manavda , “Gel vatandaş gel! Viagranın babası burada! Fabrika kapattıran burada! Bir değil iki tane yetmedi üç tane al!” diğer tarafta ise “ Kelek çıktı, tatlı değil demek yok! Suçu karpuzda değil kendinde ara bey amcaaa…” sesleri arasında utanmadan karpuz almanın yollarını bulmak gerek.
Her zaman “fakirler neden bu kadar çocuk yapıyor?” diye birbirimize sorup dururduk. Şimdi anlaşılıyor ki suç tamamen karpuzdaymış. En bereketli meyve olarak görünen karpuzun bir diğer bereketi de artık ifşa oldu. Bu buluş da vatanımıza ve millete hayırlı olur inşallah...

Böylece bir zamanlar söylenen “Üç çocuk yapın!” ricası da karpuz sayesinde gerçekleşmiş olur. ABD Gıda Enstitüsü araştırmasını yapmış. Sıra bu araştırmanın ne derece gerçek olduğunu araştırmaya geldi. Ülkemizde en çok karpuz nerelerde yetişiyor? Hangi ilin karpuzu meşhur? Kısa bir araştırmadan sonra Adana ve Diyarbakır’da en iyi karpuzların üretildiğini buldum. Burada aile başına düşen çocuk sayısına baktığımızda da araştırmanın ne kadar doğru olduğu anlaşılmaktadır.

Soframızın katığı olan karpuza bu günden sonra elveda demenin zamanı geldi. Kilosuna göre aldığımız karpuzu altın ayarına dönüştürüp gramla satmaya başlamaları an meselesidir.

*Bu yazıyı 03/07/2008 de yazmıştım. O günden bu güne değin, karpuzun kilosunda kayda değer bir artış oldu:)

RADYASYONA KARŞI KİMYON!  

Yazan by: İpek

Teknoloji yazmak benim işim değil ama geçenlerde gördüğüm bir manzarayı da sizinle paylaşmadan duramayacağım.
Bilgisayardaki bir sorunu yüzünden beni çağıran arkadaşımın evine gittim. Engin bilgi birikimimden faydalanmak istiyordu. "Anlamıyorum!" desem de ısrarla “Mutlaka benden daha iyisindir!” diye beni motive etmeye bir deyişle de gaza getirmeye çalışıyordu.
Hal böyle olunca bilirkişi olarak soruna bakmam gerekiyordu. Çalışma odasına geçtiğimizde bilgisayardan çok içerideki çiçekler dikkatimi çekti. Çoğunluğu kaktüs olan bu çiçek yığınını bir şekilde aşıp bilgisayara ulaşabilmiştim. Allahtan benim bile halledebileceğim kadar ufak bir problem varmış da olayı kısa sürede halledebildim.
Ancak etraf yine de bana çok ilginç gelmişti. Bilgisayar masasının üstü, yerler, kitaplık değişik kaktüslerle süslenmişti. Minik tabaklar içinde de kimyon vardı. İçeride mistik bir hava esiyordu. Adını bilmediğim çiçekleri sorup da “onlar kimyon!” yanıtını alınca arkadaşımın tamamen Nirvana’ya ulaştığını düşünmeye başladım.
Bu olayı hiç irdelemeden “Ne kadar güzel! Ben de çiçek yetiştirmeyi seviyorum.” gibi anlamsız cümleler kurarken buldum kendimi... Halimi anlamış ki deli olmadığını kanıtlarcasına anlatmaya başladı.
Kaktüsün ve kimyonun bu zararlı ışınları emdiğini ve daha az etkilendiğini açıkladı. Tabaklardaki kimyonu da on beş günde bir değiştirdiğini söyledi. Hatta Çernobil’in etrafında da kimyon tarlaları varmış ve bunun sebebi de radyasyonun en az seviyeye getirilmek istenmesiymiş.
Arızayı halletmemin karşılığında bana da bir kaktüs ve kimyon hediye edip kendimi radyasyondan korumamı istedi. Bir elimde kaktüs diğerinde kimyonla evime gelirken “Neden olmasın?” demeye başlamıştım bile… Eve gelip elimdekileri bir yere koyduktan sonra “hadi canım! daha neler!” diye konuşup daha önceki “acaba?” düşüncemi çürütmeye çalışıyordum. Biliyordum ki beş dakika bile geçmeden her tarafa kimyon koyacaktım. En sonunda kendimle inatlaşmayı bırakıp gördüğümü tatbik etmeye başladım.
Eve gelenler, benim gibi tuhaf düşüncelere kapılmasın diye de “Bu ev radyasyondan kimyonla korunmaktadır.” afişini astım. Böylece ilk şokun verdiği ebleh bakışları da ciddi bir afişle geçiştirmiş oldum.

ASLAN GİBİ ADAMDI!  

Yazan by: İpek

Aslan gibi bir adamdı. Bir kükredi mi her yeri inletirdi. Ne kadar vahşi ve dışlanmış olsa da gönlünü bir bayana kaptırıp âşık olmuştu. Ve aşkını korumak için her şeyi yapıyordu. Tüm engelleri aşıp daima sevgilisinin imdadına yetişiyordu.
O yıllar, belki birçoğumuz Vincent gibi bir sevgilimiz olsun istemişizdir. Hani şu yerin altında yaşayan çirkin aslan kral… Sizi bilmem ama ben o yaşta Vincent’a âşıktım. Evde sürekli “Ben bununla evleneceğim.” diyerek gezinip dururdum. Annem ise “Bu kızda da aha bu aslan bozuntusu gibi bir bozukluk var.” diye söylenip dururdu.
O dizi bize, aslanların bile yeraltında kitap okuduğunu öğretmişti. Demirlere vurarak anlaşmayı, âşık olmak için illa ki yakışıklı birinin olması gerekmediğini, Güzel ve Çirkin’i izlerken öğrenmiştik. Bu arada yabancıların kanalizasyonlarının ne kadar geniş ve büyük olduğunu, hiç sorun çıkarmadığını da görmüş olduk.
Her bölümde, Vincent üzüldüğünde biz de üzülüyorduk. Ya da sadece ben üzülüyordum. Ne de olsa o benim aşkımdı… O kocaman salonunda ateşin karşısında kitap okurken, sevgilisinin başına bir sıkıntı geldiğini anlayıp yerinden fırlaması hala gözlerimin önünde…
Galiba ben, Vincent’ı özledim. Belki de ilk defa sonu mutlu sonla bitmeyen bir dizi izlemiş olduk. O yüzden de hala aklımdan çıkmıyor. Onun yüzünden mors alfabesini bile ezberlemeye başlamıştım. Hatta annemlere ısrarla “Biz de yeraltında yaşayalım!” diye tutturduğumu da çok iyi hatırlıyorum.
İşte o diziden sonra bir daha televizyon izlememeye karar verdimJ Kurgu ile gerçeği karıştırıp bir aslan adama âşık olunca dizi maceram da son bulmuş oldu. Yıllar da geçse Vincent için yine aynı şeyi söyleyeceğim.
Aslan gibi bir adamdı…

FOBİKİM  

Yazan by: İpek

Fobisi olan insanları böyle adlandırıyorlarmış. Yani benim gibi olanları… Kapalı alanlarda kalmaktan, gök gürültüsünden ve karanlıktan çok korkuyorum.
Klaustrofobi, astrofobi, ve kenofobi diye adlandırılan bu fobiler bende mevcut bulunmaktadır. Ben bunlarla yaşamaya alıştım. Ancak çevremdekilerin aptalca sorularına alışamadım. Bir yere gittiğimde, merdivenle çıkmayı daima tercih ediyorum. Tabi yanımda birileri varsa, onların anlamsız bakışları ve soruları arasında sıkışıp kalıyorum.
_Neden asansöre binmiyorsun?
_Canım, kapalı kalma korkum var.
_Nasıl yani?
_Klaustrofobi yani…
_Yaaa, çok şaşırdım!Hiç böyle birini görmemiştim.
_Peki, neler hissediyorsun?
_Kalp atışlarım hızlanıyor, terleme ve nefes alamama gibi…
_Bak ben varım yanında; bir şey olmaz. Hadi asansörle çıkalım.
“Lahavle vela kuvvet” deyip asansöre binilir. Bende çarpıntılar, terleme ve nefes alamama başlar... En sonunda yanımdaki bana dönüp;
_Aaaa sen gerçekten korkuyormuşsun! Der. İyi de ben az önce farklı bir şey söylemedim ki…
Gök gürültüsüne gelince, anında bilimsel bir açıklama yapılır. Sanki ben nasıl olduğunu bilmiyorum. Sonra “ Ailende yüksek sesle konuşan var mı? Yoksa seni küçükken karanlık bir odaya mı kilitlediler?” diye sorulara geçilir. Akıl verilir. Korkunun üzerine gitmen söylenir. Hatta tedavi görmene kadar iş ilerletilir. Yarı ömrümü bu fobilerle geçirdim. Diğer yarısını da geçiririm herhalde… Anlamadığım tek şey bana tuhaf bir yaratıkmışım gibi bakmaları, yani psikolojik deli muamelesi görmem…
Bir de adını bile yazmaktan çekindiğim bir meyveye karşı alerjim var. Bu yüzden pazara ve manava gidemem. Özellikle bunu çevremdeki insanlara söylerim ki ben varken yememelerini ve adını kullanmamalarını rica ederim. Ama bu sivri zekâlılar, onu getirip bana ikram ederler. Sonra beni bir kaşıntı alır ve doğru söylediğim kanıtlanır. Onlar bundan mutlu olur. Ben ise iki üç gün kabarmış bir vücutla gezerim. Olayda kullanılan denek, onlara göre tepki vermiştir. Tabi bu iş burada bitmez. Her seferinde eşek şakası gibi uzatılır. “Ay pardon, unuttum canım.” denir. Sonra ardından suçlamalar başlar. “Canım sende bir tuhafsın… Asansöre binmiyor, gök gürültüsünden ve karanlıktan korkuyorsun. Bir de başımıza bu çıktı! Sayende özgürlüğümüz kısıtlandı.”
Evet, ben tuhafım. Fobilerim ve alerjim var. Fakat bana bu şekilde davranan insanların da pek sağlıklı olduğu kanısında değilim. En azından bendeki rahatsızlığın bir tanısı var. Sizin davranışlarınıza tanı bile konulamıyor.Ben ve benim gibi olanların tek istediği şey BİRAZ SAYGI…

MAAŞIMA ZAM KAÇMIŞ GÖREN VAR MI?  

Yazan by: İpek

TÜİK tarafından açıklanan Haziran ayı TÜFE rakamının 0.36 oranında gerilemesi, memurlara verilecek enflasyon farkı oranın da düşük kalmasına neden olmuş. Bu sebepten ötürü de memura % 0,76 zam vereceklermiş. Valla yazarken bayağı rakam kullandım ama ederi nedir daha onu hesaplayamadım.

Önüne gelen bakana çatıp, saldırıyor. Onun bu olayda ne suçu, günahı var? Suçlu, aleni şekilde elini kolunu sallayarak aramızda dolaşıyor. Arkadaşlar, siz bilmezsiniz bu enflasyon dansözünü! Tüm suç onun başının altından çıkıyor. Tam zam verilecek, birden “hoppa!” atlayıveriyor yerlere… Yoksa Sayın Bakanımız, niye zam yapmasın? Fırıldak gibi oynuyor. Tutana aşk olsun!

TÜFE bazında enflasyonun eksi çıkmasında mevsim koşullarının da etkili olduğu söylenmiş. İşte size bir suçlu daha… Sıcaklar yüzünden yangın çıkıyor, susuzluk yaşanıyor da neden enflasyon düşmesin? Hatta bu sıcaklar yüzünden bizim bile tansiyonumuz düşmüyor mu?

Günün yorumu olarak seçtiğim ise “Şükretmesini bilmiyorsunuz! Devletin onca sıkıntısı varken bu kadarına bile razı olmalıyız.” diyen arkadaşımı tebrik ediyor ve alnından öpüyorum. Bu günden sonra maaşımı aldığım anda, “yok!” daha “tıkır, tıkır, tıkır…”diye makineden ses geldiği andan itibaren şükretmeye başlayacağım. Şahsım adına, devletimin bunca sıkıntısı varken para istediğimi düşününce gerçekten çok düşüncesiz bir memur olduğumu hissettim.

Bu utançla tatil gibi şeyleri de düşünmeyeceğime and içiyorum. Devlet baba sıkıntı içindeyken hiç utanmadan tatile çıkmayı, dinlenmeyi nasıl düşünebildim? Ama benim suçum yok ki… Aslında bende biliyorum elimdeki parayla tatile gidemeyeceğimi ancak televizyondaki otelleri görünce birden özeniveriyorum. O an “Bu ülke için ben de çalışıyorum. Aydınlık geleceği yetiştiriyorum. Elimde meşalemle köy, kasaba demeden dolaşıyorum. Onlar gibi eğlenmek benim de hakkım değil mi?” diye bağıran iç sesime kapılıveriyorum.

Sevgili Babacığım, bu sıkıntılı günlerinizde enflasyon denen oynak tansiyonlu canavar yüzünden sizleri suçladığım için özür dilerim. Zam falan istemiyorum. Benim ne haddime ki tatile gidip denize girmek, mehtabı izleyip dinlenmek… Zaten ben görevimi en iyi şekilde yapamamışım. Eğer yapsaydım; bu hesaplamaları yapan ağaç dalları matematiği adam gibi öğrenip doğru hesaplamalar yapardı.

*04/07/2008 de onpuntoda yazmış olduğum bir yazı...

EZİKLİĞİ KANIKSAMAK  

Yazan by: İpek

Kadın sorunları ve dayakla ilgili yazıları okuyunca, birden eve temizliğe gelen Ayşe Hanım’ın evliliği hakkında anlattıklarını düşündüm…
O buna sevgi diyor ama ben adını bir türlü koyamadım. Bakalım siz ne diyeceksiniz?
Bir kahve molasında laf lafı açtı ve ben evliliğinin nasıl geçtiğini sordum. Eşini bir yıl önce kaybettiğini şu an zor durumda olduğunu biliyordum. Yüzündeki çizgiler ve bakışları, aslında çoğu şeyi anlatıyordu.

Bir sigara yaktı, düşündü ve…

İkimizin de ikinci evliliğiydi. Ben ilk evliliğimde hiç mutlu olamadım. Kayınvalidem beni hiç istemedi. Bir yıl sonra ayrıldık. Baba ocağına geri döndüm. Döndüm ama orada da istenmedim. Çünkü duldum. Annem “Bu böyle olmaz.” diye düşünüp, beni ilk isteyene tekrar verdi. Bu sefer işim daha zordu. Artık başıma ne gelirse, çekmek zorundaydım.
İlk bir haftadan sonra eşim sürekli geç gelmeye başladı. Bu olaya ses çıkaramıyordum. Sabaha karşı zil zurna sarhoş gelip bir de beni dövüyordu. Sürekli başka kadınlarla birlikte oluyordu. Anneme söylediğim zaman; dayanmam gerektiğini, suçu kendim de aramamı tavsiye ediyordu. Bu dayak ve aldatmalar on yıl sürdü. Artık bir gün kocama; “ Madem beni aldatacaksın, o zaman bir kişi ile aldat. Kimi istiyorsan, onu istemeye gidelim. Ben kuma gelmesine razıyım.” dedim. Çünkü eve de kadın getirmeye başlamıştı. Biri engelli, üç çocuğum vardı. Dönecek bir yerim bile yoktu. Böylece kocama, kız istemeye gittim. Ona ayrı bir ev açtık. Bir yıl böyle idare ettik. Ama “Alışmış kudurmuştan beterdir.” derler ya, işte kocam şimdi ikimizi de aldatmaya başlamıştı. İkinci kadın buna daha fazla dayanamayıp kocamı terk etti. Maddi durumu iyi olan kocam, artık iflas bayrağını çekmeye başladı. Ama ben, her şeye rağmen kocamı çok seviyordum. En sonunda her şeyi satıp memlekete döndük. Son beş yıl, kocam beni hiç aldatmadı. Sanki yeni evli gibiydim. Sonunda başarmıştım. Kocam beni seviyordu. Bu sefer de Rabbim izin vermedi. Bir yıl önce kocamı kaybettim.
Ben onun resmini daima koynumda taşıyor ve her gece onun hayali ile yatıyorum. Ve onu çok özlüyorum. Tek dileğim, ölünce onunla birlikte olmak…

Ben bunları duyduğum da ne söyleyeceğimi bilemedim. Ona göre sevgi, bana göre bir kadının acınası hali…

Peki, bu kadın bunca olayı çekmek zorunda mı? Buna benzer Ayşeler yok mu? Kim elini uzatıyor? Kadından Sorumlu Devlet Bakanı mı? İşte size ezilmeyi kanıksayan yüzlerce değil binlerce Türk kadınından bir örnek…

BEN GÜZELİM!  

Yazan by: İpek

Selüliti falan bilmem ama ben çok güzelim. Sabah kalktığımda geçiyorum aynanın karşısına, bakıyorum endamıma. Ve başlıyorum saymaya…

Boyuma bakıp sülün gibisin diyorum.1.60 lık boyumla salınıveriyorum. Sonra baştan ayağı inceliyorum kendimi. Saçlarıma hala beyazlar uğramamış. Uğrasa da dert mi? Boyayıveririm hemen. Gözlerim; nede anlamlı bakıyorum. Badem gözlü olmasam da fındık gözlü olurum. Ne olmuş yani. Kaz, ördek veya tavuk ayağı falan anlamam ben. Gözümün kenarında oluşan mini minnacık çizgiler anlamlı bakmamı sağlıyor.

Burnum; sen ne güzel şekillisin öyle. Kalkık olmasan da bir karizman var. Gelelim dudaklarıma, sanki tüm sanatçılar senden özenip yaptırmışlar. Çillerim, canlarım benim. Küçükken dinlediğim “Çilli Bom Bom” şarkısını bana söylediklerine inanırdım. Şimdi onlar benim yardımcı meleklerim. Soluk benzime renk veren güllerim. İyi ki varsınız. Kilo mu? Bel kalınlığı mı? “Var ki yiyorum.” der güler geçerim.

Valla sizi bilmem ama benim selülitim yok. Hiç olmadı. Bende sadece gamzeler var. Nede güzel gülüyorlar. Ten desen beyaz, çok çiğmişim kime ne. Denizde istakoz gibi oluyormuşum. Varsın olsun. İstersem solaryuma gider gündüz feneri olurum.

Velhasıl şöyle bir bakıyorum da kendime “Hey gidi yaradan, nede güzel yaratmışsın beni!” diyorum. Bugün yine şımarttım kendimi.

Haydi kızlar! Şimdi sıra sizde... Geçin aynanın karşısına ve başlayın söylemeye " Hey gidi yaradan, nede güzel yaratmışsın beni! "
Denemeye değer, bizler şımartılmayı hak ediyoruz;)

SOSYETİK OLDUM!  

Yazan by: İpek

Artık sosyeteye dâhil olan bir arkadaşınızım. Nasıl oldu? Ne zaman oldu? Diye sormayın. Dün sosyeteye girdim.
Hani şu hemen hemen her ilde kurulan sosyete pazarları var ya işte bende oraya gittim. Sizlerden bir ara çaktırmadan ayrılıp sosyeteye karıştım. Aslında bu işin, önce evveliyatını anlatayım…
Bu pazar olayı buralara tahminen iki yıl önce geldi. Böyle olunca da tüm millet akın etti. Yerli esnaf da kan ağlamaya başladı. Yani halkı kazıklayamadığı için bunalıma girdi. Bir yıl buna ses çıkarmadılar. Hatta öyle oldu ki pazarcıların arasına girip, kendi mallarını orada satmaya başladılar. Hal böyle olunca ortalık iyice karıştı. Ee sosyete olmak kolay değildi! Gelecek yıla anlaşma yapmak isteyen pazarcılara karşı hemen birlik olup ayaklandılar. Adamlara yapmadıklarını bırakmadılar. Belediye baskılar yüzünden pazara izin vermedi. En sonunda diğer belediyelerden onay aldılar. Şimdi çoğunluğunu yerli esnafın oluşturduğu bir pazar kuruldu. Bizde sosyete pazarımıza kavuşmuş olduk.
Dün, işte böyle bir geçmişi olan pazara gittim. Herkes bütçesine uygun bir şeyler bakıyordu. İçlerinde bende vardım. Malumunuz, memur olunca gideceğimiz yerde burası… Bendeniz, çevremi aç tavuk gibi incelerken adamın birinin bir kadını rahatsız ettiğini gördüm. Emin olmak için uzaktan sürekli bakmaya başladım. Artık adam işi bayağı ilerletip olayı temasa kadar getirdi. Kadın arada bir başını çevirip bakıyor, sonra tekrar tezgâha dönüyordu. “Tamam” dedim. Burada bir olay vardı ve ben eksiktim. Hemen kadının yanına gittim. Adamın keyfi yerindeydi. Sanki bir bütün olmuşlardı…
Birden dönüp adama bağırmaya başladım.
_ Sen ne utanmaz bir insansın. Ahlaksız herif! Diye kükredim. Kadın hala "Neler oluyor?" der gibi suratıma bakıyordu. Benim şaşkınlığım da giderek artıyordu. Bu sefer kadına dönüp;
_Sen niye sessiz kalıyorsun? Hissetmedin mi? Adam kaç saattir yoklamadık yerini bırakmadı? Diye kadına kızmaya başladım.
Kadın tüm soğukkanlılığı ile bana bakıp:
_Sana ne oluyor? O benim kocam. Çok özendiysen seni de ellesin. Demez mi?
Hayda, çattık mı belaya…
_Madem kocandı, niye tacize uğruyormuş gibi davrandın? Dedim.
Meğerse fantezileri buymuş. İyi de herkesin ortasında karını taciz etmek nasıl bir fantezi onu anlayamadım. Sizin anlayacağınız ben çok geri kalmışım…
Artık bundan sonra, kim kimi ellerse karışmam. Neyime gerek? Bakarsınız yeni bir fantezi kurbanı olurum. Çünkü sosyetede bunlar normalmiş. Bu saatten sonra sosyetik olmanın getirdiği değişimle, böyle şeyleri görüp “ Ula utanmaz herif!” diye çığırmayacağım. Yeni düşüncem “Fantezi her an, her yerde yaşanabilir.”

Ne yapabilirim ki, sosyete olunca kurallara da uyman gerekiyor.

YAŞASIN, DUAMEN'İMİZ OLDU!  

Yazan by: İpek

Duacı Tuncer Çiftçi’nin maceraları, birkaç gündür Cin Ali serisini bile kıskandıracak nitelikte heyecanlı olmaya başladı. Adam ermiş ama kimse bunu ciddiye almıyor. Her zaman üzülmez miydik bir Super Men’imiz yok diye? İşte size yerli mi yerli, bu vatanın topraklarından çıkmış bir Duamen…
Hanginiz balkona çıkıp da Ay’ı ayağınıza kadar getirip seyahat için kullanabiliyorsunuz? Hemi de balkonunuzdan Ay Seyahate binip Mekke’ye gidebiliyorsunuz? Sorarım size hanginiz? İşte bunları bir tek Duamen’imiz yapabiliyor. Bir insanın geçmişini bilmeden yargılamak ne kadar acı… O ki, uzayın karanlığından vatanımızın bağrına düşmüş bir zuzaylı evladıdır. Ailesi, ufoyla turlarken küçük Duamen’in düştüğünü fark etmemişlerdir bile... Yokluğunu hissettikleri günden beri arama çalışmalarını aksatmadan, Dünya’nın dört bir tarafında evlatlarını bulmayı umut etmişlerdir. Ve o günden sonra da bizim minik zuzaylımız, tek başına acılar içinde “Küçük Emrah” misali yaşamını sürdürmeye başlamış. O da Super Men gibi olağan üstü güçlere sahip olduğundan bu gücünü hayır amaçlı işlerde kullanıp rızkını toplamaya çalışmış.
Rotasını hiç şaşırmadan, devletin belirlediği hız sınırları limitinde seyahatlerini gerçekleştirmiş. Nasıl ki Super Men, güçlü nefesi ile çıkan yangınları, akan suları durduruyorsa bizim Men’imizde nefesi ve dualarıyla hastalıkları iyileştirmiş. Ya da bu niyetle çalışmalarını sürdürmüş. Bunda şaşılacak, tuhaf karşılanacak ne olabilir ki?
Adam uzaylı ve kafasından yeşil ışık bile çıkarabiliyor. “Kıskanma ne olur çalış seninde olur.” diyeceğim ama maalesef ki olmaz. Çünkü bunları yapabilmek için uzaylı ana babadan doğmak gerek. Eleştirilerin bir kısmı da mütevazı bir yaşam sürmediğine yönelik… Adam, Ay’ı bir ıslıkla ayağına getirip uydu turu yapabilirken, kafasından yeşil ışık çıkarıp elektrik tasarrufuna yardımcı olurken mütevazı olmasını nasıl beklersiniz? Bu meziyetler bende olsaydı; bütün Güneş Sistemi’ni ayağıma paspas ederdim. Ah ah! Anam bari uzaylı olsaydı ya…
En çarpıcı yorumlardan biri ise “Saf ve masum milletimizi kandırmış” mış… Zaten bir tek o kandırdı. Bu millet; taşlardan, ağaçlardan medet umup şimdiye kadar hiç pala pırtı bağlamadı. Burada ermiş bir zat yatıyor dendiğinde “hurra, hücum!” nidalarıyla mezar taşını öpücük yağmuruna da tutmadılar. Çocukları olmadığı için hocalara gidip junior üfürükçüler doğurduklarını da zaten hiç mi hiç duymadık.
İslamiyet’i öyle iyi bilip savunuyoruz ki dua etmek için aracıya gerek olmadığının farkında bile değiliz. Gereksiz dini tartışmaların esiri olacağımıza birileri çıkıp da dinimizi doğru dürüst anlatsın. Şekli savunalım derken, milletin bir gram inancını da bu adam gibilerine sermaye yapmayalım. Elini kolunu sallayıp gezinen bu ve buna benzer şarlatanlara da artık ciddi anlamda bir “Dur!” demenin zamanı gelmedi mi?

PAZAR GÜNÜ ALMA CANIMI !  

Yazan by: İpek

Allah’ım, biliyorum seninle pazarlık olmaz ama mümkünse Pazar günü alma canımı…
Hangi gün olursa olsun ama Pazar olmasın. Çünkü mutsuz bir şekilde ölmek istemiyorum.
Sanki haftanın altı günü mutlu, Pazar günü mutsuzmuşum gibi oldu ama gerçekten ben Pazar günlerinde depresyona giriyorum.
Ertesi gün mesai başlıyor falan diye de değil. Çocukluğumdan beri bu güne takmış durumdayım. Pazar gününü ruhumda derin izler bırakacak kadar berbat hale getirenler bir elime geçse yapacağımı bilirim ama elimi kolumu bağlayan sebepler var.
Galiba suçlu annem! Evet, o suçlu. Onun yüzünden ben bu günü sevmez oldum.
Pazar günü geldi mi annemi bir hijyen merakı sarardı. Evde ne varsa merdaneli makineye doldurur ve yıkamaya başlardı. Makine sesi ile annemin sağa sola verdiği emirler birbirine karışır ve dayanılmaz bir hal alırdı.
Sanki bir haftanın hıncını çamaşırlardan çıkarırdı. Sonra bana doğru dönüp “Sıra sana da gelecek!” diye bir bakış atardı. Evde saklanacak hiçbir yer de yoktu ki saklanayım. Her yer ters yüz olmuş annemin gazabını bekler durumdaydı. Evden kaçabilenler kaçar ama benim gibi yaşı tutmayanlar annemin ellerine teslim edilirdi.
Ben kurbanlık koyun gibi sıranın bana gelmesini beklerken bir de Pazar konserlerini dinlemek zorunda bırakılırdım. Yedi yaşında başladım klasik müzik dinlemeye…
Hoş, annemin ve merdanelinin sesinden çok daha güzel tınılardı ama çocukluk işte…
Elime bir çubuk alıp, başlardım şef edası ile annem ve merdaneliden çıkan sesleri yönetmeye…
İpek Yönetiminde Pazar Kanser Konçertosu…

Annem göz ucuyla arada bir beni süzüp “Yok, bu çocuk normal değil!” diye hayıflanıp dururdu.

Ve zaman ilerledikçe beklenen an gelir…

Artık sıra bendedir. Annem beline kadar ıslanmış hali ile bana doğru kıvrak adımlarla ilerlemeye başlar ve zorluk çıkarmamam için en güzel sözleri sarf ederdi. Çocuk aklı işte hemen kanıverirdim. Sonra doğru banyoya…
Beni neden evde sildiği halılar gibi yıkadığını hala anlamış değilim ama ona göre yıkanmak böyle bir şeydi herhalde…
Yorgunluktan ben de annem de bezmiş bir halde banyodan çıktığımızda bir “oh!” deme zamanı geldi diye düşünürdüm.
Hayır, sıra saçlarımı taramaya gelmişti. “Allah’ım dilerim saçlarımın hepsi kopar da taranacak bir saçım kalmaz.” diye dualar etmeye ve ağlamaya başlardım.
Artık evden üç ses birden yükselirdi. Benim ağlamalarım, annemin çığlıkları ve emektar merdaneli…
Bu hengâme içinde akşam olur, evden kaçanlar bir bir geri dönmeye başlardı. Ev de ben de misler gibi kokardık. Artık üçümüzün de sesi sedası kalmazdı.
Tam huzuru bulduk derken, annem birden yine bağırırdı. “Oraya basmayın! Buraya oturmayın! Önce banyo yapın!” Diye emirlerin biri biter diğeri başlardı.
Küçük bedenim, bu kadar hırpalanmaya dayanamadığı için kanepede uyuyup kalırdım.
Ertesi gün ise en sevdim annem karşımda beliriverirdi. Allah’ım bu ne mutluluk, annem iyileşmişti.

Kurt annem gitmiş, yerine melek annem gelmişti.

Kazık kadar oldum ama hala Pazar günleri bu duyguları hissediyorum. O yüzden duamı bir kez daha yineliyorum. Allah’ım Pazar günü alma canımı! Hadi aldın diyelim, o zaman Pazar günü yıkamasınlar beni…

MUMDAN DOSTUM  

Yazan by: İpek

Sen benim en sevdiğim ve ilk gördüğümde hayran olduğumdun. Hatırlıyorum da seni almak için günlerce sergilendiğin mağazaya gitmiştim. Mağaza sahibinin “O satılık değil…” demesine karşılık, yılmadan seni ziyaret etmiştim. Sonunda bu aptalca ısrarıma dayanamayıp, seni bana vermişti. On beş yıldır benimleydin. Yandığında nasıl ışık saçacağını merak etmeme karşılık, bir kere bile olsun bunu denememiştim.
Nedenini umursamadığım o efkârlı gecelerde nice mumlar yakıp ağlamıştım. Karanlığımı aydınlatmalarına şükran duyarak erimelerini izlemiştim. Her eriyen mum gibi sıkıntımın da eridiğine inanıp iz bırakıp giden dertler gibi etrafa is bırakmalarını seyretmiştim. Onlarla birlikte gözyaşı döküp sessizlik içinde eriyip gitmiştik.
Sana zarar gelmesin diye on beş yıl çırpınıp durmuştum. Çünkü sen benim anılarımı taşıyandın. Mumdan olan dostumdun. Her şeye bir ad verdiğim gibi senin de adın vardı. Senin adın İnci’ydi.
Açık unuttuğum pencereydi senin düşüp kırılmana neden olan. Beni ise dostumdan eden unutkanlığımdı. En güzel şekilde veda etmeliydik. Sana yakışan bir ayrılık olmalıydı. Bu veda yaşanan on beş yılaydı…
Dün gece sadece ikimiz ve yaşanmışlıklarımız vardı. Yüreğim titreyerek yakmıştım seni. Nasıl da merak ederdim saçacağın ışığı. Oysa beni heyecanlandıran tek şey merak etmekmiş. Bu gece tüm türküler senin için çalacak. Her ne kadar Nurettin Rençber “ Ağlama Yar…” dese de biz bu gece ağlayacağız. Biz bu gece senin dillendiremediklerine, benim ise hiç susmadan anlattıklarıma ağlayacağız.
İşte İnci, sen de yanıyordun. Belki yılların verdiği özlemle, karanlıkta ışığın dans ediyordu. Raks eden genç kız edasıyla kıvranıyordun. Her kıvranış senden birkaç damla götürüyor, her coşkuyla yanman, seni daha çabuk tüketiyordu. Meğer ne çok birbirimize benziyormuşuz. Aydınlatmak için kendimizden bir şeyler veriyor, verdikçe eriyoruz. Eridikçe tükeniyoruz. Her damlamız bir tarafa saçılıyor. İz bırakıyoruz. Ama iyi, ama kötü yine de oradan geçtiğimiz belli oluyor.
Yaşamın gerçeği bu değil mi? Hayatı gittiği yere kadar yaşamak, kimsenin hükmü olmadan ışık saçmak… Kesintiye uğramaksızın raks etmek…
Hüzünde, romantik bir masada, köyde bir çocuğun çay tabağında, bir dilekte mum olmak… Etrafını nerede olursa olsun aynı şekilde aydınlatıp, duyguları paylaşmak kadar güzel ne olabilir? Şaire ilham olup mısralarda geçmek, ressamın tuvalini süslemek kaç kişinin harcıdır?
Çevresini mum kadar aydınlatamayan insanlarla dolu olan bu dünyada yaşarken, senin gibi mumdan bir dostum olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Her ne kadar eriyip tükensen de var olmanın gerekliliğini yerine getiriyorsun. Niçin var olduğunu bilmeyen bizim gibilere ders olmasını isteyerek gücünün yettiği yere kadar aydınlatmaya çalışıyorsun.
Bizler de etrafımızdaki karanlığı aydınlatmadan, aydınlık geleceklere sloganı ile şarkılarımızı ağustos böceği gibi söylemeye devam ediyoruz.
Tanıdık bir gece, nedenini umursamadığım bir hüzün ve masada yanan bir mum… Tek fark; dün gece mumdan dostum konuştu, ben dinledim. İçinde sakladığı, acı tatlı on beş yılın anılarını damla damla akıtıp, birlikte ağladık.

O benim sırdaşım, arkadaşım, dostumdu. Ben mum, mum ise bendim…

BIKTIM KİRACILIKTAN  

Yazan by: İpek

Ben toplumumuzdaki birçok insan gibi kiracı ve mağdur edilenim. Evi olmayan, boynu bükük, mülk sahibi ne derse onu yapmak zorunda olan biri...
Kahrolası dünyada kafamı sokacak, kendime ait, bırakın bir evi bir kümesim bile yok. Hal böyle olunca da ev sahiplerine muhtaç oluyorsunuz.
Maaşımı aldığımda her memur gibi evime ekmek bile almadan ev sahibine kirayı veriyorum. Böylece evin bir ay bana ait olduğunu hissetmek istiyorum. Ama maalesef bu böyle olmuyor. Neden mi? Bakın şimdi…
Bu eve geçen yaz taşındım. Ev sahibi evin kalorifer, güneş enerji ve kapıcısının olduğunu söyledi. “Aman ne güzel!” dedim. Sonra ev sahibi dinimi, hangi mezhepten olduğumu, etnik kökenime varıncaya kadar sordu. Bu sorulardan tam puan alınca sözleşme yaptık. Ben o hengâme içinde eve alıcı gözüyle bir türlü bakamadım. Zaten böyle bir bakış tarzı da bu maaşla olmaz. Her neyse, konuyu dağıtmadan devam edeyim. Bir hafta içinde apar topar eve taşındım. Taşındım taşınmasına da evde kalorifer peteklerini göremedim. Hemen ev sahibini çağırıp sordum. Bana daha yapılmadığını ancak bu ay başlayacaklarını söyledi. Evde eşya varken kalorifer tesisatının döşenmesinin ne demek olduğunu, başından geçenler bilir. Bunu anlatmak bile istemiyorum. Neyse, ben bir ay sonra evde sekiz işçi ile birlikte on beş gün boyunca cebelleşip durdum. Ama artık rahat edecektim. Kış yüzünü göstermeye başladığında ev sahibine ne zaman kaloriferlerin yanacağını sordum. Duyduğum cevap inanılmazdı. “Daha kazanı taktırmadık!” dediği an kısmi felç geçirmemek için kendimi çimdikleyip duruyordum. Biz, “ya sabır!” diyerek Aralık ayına kadar kendi imkânlarımızla ısınmaya çalıştık. Sonunda bekleyen derviş misali ölmeden ısınacağımız gün gelmişti. 25 Aralık günü merasimle kaloriferler yanmaya başladı. Bizler bayram çocuğu gibi sevinmeye yeni başlamıştık ki birden ısımızı kaybetmeye başladık. Bu lükse on beş gün vakıf olabilmiştik. Ancak ortada çok önemli bir sebebin olduğunu mülk sahibimizi dinleyince öğrenecektik!
Dışarıda güneş çıkmış ve benim canım ev sahibim hacı olduğu için israftan kaçınıyordu. İşin en trajikomik yanı ise kiracılardan çıt çıkmıyordu. Ben örgütlenme sevdam ile tüm kiracıları toplayıp bu gidişata “dur!” demenin vakti geldiğini açıklamaya başladım. Hepimiz artık tek yürektik. Sıra ev sahibi ile yapacağımız toplantıdaydı. Gün kararlaştırıp, evlerimize dağıldık. Toplantı günü hepinizin tahmin ettiği gibi, yalnız kovboy olarak kalmıştım. Ben yine de kendi rahatsızlıklarımı dile getirerek konuyu anlattım. Böylece tekrar yanmaya başladı. Bu toplam bir ay sürdü.
Şubat ayı geldiğinde, artık yanmayacağı söylendi. Hepimizden bir aylık kömür parası olarak 1200 YTL isteniyordu. Tüm hesap kitap işlerini üstlenerek tekrar ayaklandım. Ödememiz gereken ücretin sadece 200 YTL olduğunu ortaya çıkardım.
Biz soğukta yaşamayı, ev sahibim de istediği parayı alamayacağını öğrendi. Mangalda kül bırakmayan komşularım ise peşin verdikleri paranın acısı ile kıvranmaya başladı. Geri alabileceklerini düşünüyorsanız, biraz zor… Gelecek kış için kömür yatırımında kullanıldı.
Gelelim yaz sıcaklarında çektiklerime… Üç gündür depo ve güneş enerjisinin suyu akmıyor. Arıza dolayısıyla çalışmadığını düşünüp tamirci çağırmaya karar verdim. Bu gün öğrendim ki ev sahibim depo taştığı için bana söylemeden vanaları kapatmış. Dışarıda ki sıcaklık 45 derecenin üstünde ve ben susuzum. Hazır tamircide bulmuşsun yaptır ya da açsın vanaları diyorsanız, o biraz zor. Çatının anahtarı bir tek ev sahibinde var. O da bir haftalığına yazlığa gitmiş.
Şimdi ben çıldırmayım da kim çıldırsın?

ÇOCUĞUNUZ VAR MI?  

Yazan by: İpek

- Çocuğunuz var mı?
- Hayır.
- Neden? Çocuk sevgisi bambaşka bir duygu…
- Eminim, öyledir. Ama…
- “Ama”sı yok! Hemen bir çocuk yapın.
- Siz koordinatlarını verin. Biz hemen çalışmalara başlarız.
- Ben çok ciddiyim, gerçekten çok güzel bir duygu.
- Evet, eminim öyledir ama…
- Yoksa sizin çocuğunuz olmuyor mu?
- Şey… Ben de tam onu diyecektim ama siz..
- Ah, canım! Çok özür dilerim. Keşke sormasaydım.
- Önemli değil, ben sadece…
- Sahi kimde problem var?
- Problem mi?
- Bak eğer problem varsa bu halledilir.
- hıhı…
- Bizim bir tanıdıklar vardı, tam beş yıl çocukları olmadı. Aynı sizin gibi...
- Yaaa
- Sonra onlar filanca yerdeki bir hocaya gittiler. İnanılmaz gibi gelebilir ama bir ay sonra kadın hamile kaldı.
- Çocuk kimden?
- Bak sen böyle şeylere inanmıyorsun ama bunlar gerçek!
- Hııı…
- Bak, şimdi aklıma geldi! Yine bizim bir arkadaşların arkadaşı vardı. Onlar da sizin gibiymiş. Filanca ildeki filanca doktora gitmişler. Adam uzmanmış. Şimdi kadın ikinci çocuğuna hamile...
- Allah bağışlasın.
- Âmin de sizin de bir şeyler yapmanız gerekir.
- Sahi siz doktora gittiniz mi?
- Evet.
- Aşılama, tüp bebek falan denemediniz mi?
- Denedik. Şimdi doğal gaza geçtik.
- Aslında biz arkadaşlarla anlamıştık.
- Neyi?
- Birbirinize o kadar çok bağlısınız ki, bu normal değildi zaten.
- Hıı…
- Eksiğinizi böyle birbirinize bağlanarak kapatıyorsunuz. Eğer çocuğunuz olsaydı, böyle bir sevgi de olmazdı zaten…
- Oooo!
- Neyse, şimdi kalkmalıyım canım. İnanın evlat bambaşka bir duygu
- İnanıyorum.

İnanıyorum, inanıyorum da senin bu kadar ahmak olmana inanamıyorum!



Çocuğu olmayan bütün eşlerin, bu tür sorulara maruz kaldığı bir gerçek… Toplumumuzda her soruna karşı deva olacak başka bir çözülmüş sorun vardır. Hele bu çocuk konusu ise herkes jinekolog kesilir. Burada yazmadığım daha ne ilkel metotlar varsa söylenir. Hep bizim gibi bir arkadaşları vardır.

Bizim gibi ne demekse tabi…

Herhalde sizin gibi kısır, çocuksuz, zavallı çiftler var demenin kibar şekli. Eğer bunu sorun yapmıyorsanız, birileri size mutlaka sorun olacaktır. Çocuk eğitimi hakkında konuşma gibi bir hataya düştüğünüzde, hemen uyarılırsınız. “Çocuğun olmadığı için anlayamazsın.” denir.
İyi güzel de siz ve sizin gibiler beni anladınız mı? Bana sorduğunuz her soruda size verebilecek çok fazla cevabım olduğunu, sırf sizin gibi olmamak için sadece sessiz kaldığımı fark ettiniz mi? Sevginizin azaldığı bir yuvada nasıl sevgiyle çocuk büyüteceğinizi sordum mu?

Hayatımda hiçbir sorunun beni mutsuz etmesine izin vermedim. Gözleri görmeyen biri denize aşık olamaz mı ? Kokusunu, sesini, martıların kanat çırpışını duyamaz mı? İşte ben de evlat sevgisini gözleri görmeyen biri gibi hissediyorum ve yaşıyorum.

Çocuğu olmayan eşlerin birbirlerine bağlılığı konusuna gelince, buna cevap bile vermek istemiyorum. Her insanın sevgi tanımlaması farklıdır. Biz, küçük ama mutlu bir aileyiz.
Ailesi olmayan o kadar çok çocuk var ki, ben onlardan birine anne olma adayıyım. Ailesi olup, sevgisiz yetişen o kadar çok çocuk var ki… Sizler, onlara hangi konuda adaysınız?