Günlerdir erken uyanmanın verdiği stres, nihayetinde dokuz günlük tatil haberi ile bir nebze olsun dindi. Çünkü bu tempoya daha fazla dayanabileceğimi hiç ama hiç zannetmiyordum. Uzun zamandır ilk defa “yani üç haftadır” sabahım mutlu geçti. Tek sorun; günlerdir dinmeyen yağmurda...
Bir çok insan yağmurda gezinmeyi, aşkını anlatmayı, camdan bakmayı, falan filanı sevebilir ama ben sevmiyorum işte! Yani sevmiyorum diye de mevsimler üçe inecek değil ya! En azından arada bir güneş yüzünü gösteriyor ve gök kuşağını seyredebiliyorum. Buda bir şey…
Ufak tefek işlerimi hallettikten sonra dışarıyı seyretmek için balkona çıktım. Hani şu yağmur sevdalılarının dediği gibi toprak kokusunu içime çekmek istedim. Günlerdir yağan yağmurdan sonra maalesef ki toprak kokusu falan kalmamıştı. Ama ben ısrarcıydım. Koku yoksa romantik laflar edip hatta şiir bile yazabilirdim. Alıcı gözüyle yağan yağmura ve etrafa bakmaya başladım. Karşı binaların alt katlarına su dolmuştu. Kadınlar eşyalarını dışarı çıkarmak için çırpınıyor, çocuklar ise komşulara teslim ediliyordu. Herkes birbirine bağırıp duruyordu. İçimden “Acaba yanlış yöne mi bakıyorum?” dedim. Mutlaka yanlıştı… Romantik olmam gerekiyor ama bu manzara karşısında sadece isyan duygularım depreşmişti.Hemen ters yöndeki balkona geçip seyrime başka bir açıdan devam etmeye başladım. Buradaki manzara ise diğerinden daha beterdi. Ağaçlar devrilmiş, hatta komşunun duvarı bile yıkılmıştı.
Bunca olayı gördükten sonra “Ah ah! Yağmurda gezmek, camdan yağışını seyredip çay yudumlamak ne kadar güzel olur.” diyemiyorum ne yazık ki… Bunu düşünecek kadar tuzu kuru bir insan değilim. Tabiî ki de doğanın yağmura ihtiyacı var. Bunu asla yadsıyamam ancak dışarıda yüzlerce insan bu durumda iken yağmur romantizmini de içime sindiremedim. Demek ki olaylara yaklaşımım veya bakış açım farklı… Ya da anormal bir insanım.
Bu düşüncelerle içeriye girdiğimde radyonun nağmelerine kulak verdim. Güzel bir türküydü. Sanki hüznüm bir kat daha artmıştı. Birden tanıdık bir ses ciyaklamaya başladı. “Kısa bir reklam arasından sonra yine sizlerle birlikteyiz.” Bu ses, sabahları “Günaydın Türkiye!” diye bağıran cırtlak kızın sesiydi. Koku almış tazı gibi yerimde çakılıp kaldım. Tek istediğim “bizi şu numaradan arayabilirisiniz” demesiydi. Bıkmadan reklamları dinlemeye başladım. Numarayı vermeliydi. Verdi de… Artık öcümü alacaktım. Tam radyoyu kapatacaktım ki son reklam öç alma duygumu ertelememe neden oldu. Bu bir peçete reklamıydı. “İftar sofralarına yakışan … peçeteleridir.” diye devam ediyordu.
Millet yemeğe katık bulamazken senin kağıt peçeteni mi sofraya alacak? Peçeteni satmak istiyorsan sat da iftar sofrası ile bağdaştıracak kadar basitlik sergileme. Ramazan ayı geldiği günden beri tüm reklamlar bu aya yönelik işlemeye başladı. Durumdan nemalanmak bu olsa gerek… Ramazan dolayısıyla her şeyin iki katına çıktığı bir ülkede aslında bu uyanıkları çok görmemek gerekiyor. Onlar hayatları boyunca yoğurdun kaymağını yemeye alışmışlar. Halkın etinden, sütünden tüyünden, tüsünden faydalanmazlarsa içleri rahat etmez.
Dışarıda yağmur mu yağıyor, fakirin evini su mu basmış kime ne? Al eline çayını yağmuru seyredip hayallere dal… Sofrasında kuru zeytinle orucunu açanlar, gidecek evi olmayanlar varmış. Bundan bize ne… Sofrasında üstü dondurma altında künefesi olan tatlısı, kolası ve peçetesi olsun. Özellikle de peçete… Mutlaka olmalı!
Keşke yağmuru seyrederken hayallere dalacak kadar huzurlu, ellerini peçete ile silecek kadar tok olan insanların olduğu bir ülkede yaşayabilseydim.
Merhaba...
Bayramınızı kutluyor sağlık, mutluluk diliyorum...
Hoşça kalın...
Merhabalar...
Nezaketiniz için önce teşekkür ediyorum. Sizin de bayramınız kutlu olsun. Nice bayramları sağlık ve mutluluk içinde geçirmeniz dileğiyle...
Saygılar...