Bazen bir kelime, bir resim veya bir olay birden başka bir konunun doğmasına neden olur. Yaşadığım aynen böyle bir şeydi ve ben de bu olayın insanlar üzerindeki etkisini incelemeye başladım.
Aslına bakarsanız burçlar hayatımızda çok eskiden beri var olup insanoğlunun yaşamına yüzyıllardır yön vermekte. Niyetim burçların tarihini anlatmak falan değil. Sadece son günlerde duyduğum “uyumlu burç, uyumsuz burç” söylentilerini düşününce, insanların geçimsizliğine bahane yaratmak adına yeni yani çok eski bir yöntemin tekrar gündeme getirildiğini gördüm.
Bundan altı yıl önce üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışan bir edebiyatçının, eşinden boşanma sebebi olarak söylediği bahaneyi anımsayınca, konumuzun sadece cahil kesimle ilintili olmadığını fark ettim. Bu arkadaşımız, karısının koç kendisinin de oğlak burcu olmasından dolayı hiç geçinemediklerini anlatmıştı. Ama burçların dışındaki şu “güççük!” ayrıntıyı da atlamıştı. Bu Casanova, yemeğe düşkün olduğu gibi kadınlara da düşkündü. Üniversitede çıkmadığı kız öğrencinin kalmadığı söylenmekteydi. Evlilikleri boyunca, eline bir ekmek bile alıp evine gitmemişti. Çünkü elinde poşet taşımak, karizmaya tersti. Kadın, sübyancı kocasına daha fazla dayanamadı ve boşanma davası açtı. Boşanma bittikten sonra bizim hoca “Acaba hangi burçla daha iyi anlaşırım?” sorusuna yanıt bulmak adına on iki burçluk bir liste daha yaptı. Sonuç olarak, koç burcu ile anlaşamadığına karar verip, tezini diğer burçlar üzerinde yoğunlaştırmaya başladı. Suçlu mu kim? Kesinlikle burçlar…
İşte bu olayı hatırlamaya başladığımda, çevremdeki insanlara da bu konu ile ilgili sorular sordum. “Burçlara inanır mısın? Eş ve arkadaş seçiminde burçların etkisi ne derece rol oynar?”gibi ardı ardına gelen bir yığın anlamsız soru yönelttim. Bir kısmı inanmadıkları halde her sabah gazetede burcunu okuduğunu ve bunun da alışkanlıktan kaynaklandığını söyledi. Ancak birçoğu da inandıklarını ve seçimlerinde burç uyumuna dikkat ettiklerini söyledi. Hatta bu konu o kadar ciddi boyutlara taşınmıştı ki kadınlar çocuklarını bile kendi burçlarına uyumlu doğsun diye olasılık hesapları yapıp kombinasyon soruları çözmeye başlamışlar. “Sanki çocuğu kendi burcuna uyumsuz bir ayda doğarsa çöpe atacak.”
Bu konuyu sakın sıradan bir olay olarak görmeyin! Televizyonda bile her gün “burçların uyumu” diye bas bas bağıran insanların gittikçe kaderci pardon burççu olmalarına şaşmamak lazım. Yetmiş yaşındaki teyzem bile evlatlarını sorgular oldu. Evladının kendini ziyaret etmemesinin sebebi olarak, yükseleninin ona kattığı asi ruhtan kaynaklandığına inanıyor.
Vay anam vay! Annem hep “Edepsizliğin ismi stres, boşanmanın adı da dünya görüşü farklılığı oldu.” derdi. Büyük kadınmış vesselam… Anam babamla evlenirken ne burç uyumuna nede elektrik alma hikâyesine baktı. Evine, arabasına veya dünya görüşüne… Sadece sevdi! Sevginin içine katmadı bu yabancı kelimeleri.
Anacığım belki değişmedi ama onun yaşıtları çoktan küresel dünyanın içinde yerini aldı. Eş aramak için televizyonlara çıkıp “ Fiziği şöyle olsun, yaşı küçük, parası çok olsun.” diye ahkâm keser oldular. Bu aradıkları özelliklerin hepsini bulsalar bile karşıda oturan Burççu Teyze “Uyum yok!” diye kükrediğinde, dedelerimin ve ninelerimin içini bir kurt kemirmeye başlayıp, “Beni taşıyamaz.” lafları ile eş adayını postalamayı bile öğrendiler.
Gördüğüm o ki burç dediğimiz illet bir tek para ve güzellikte önemsizleşiyor. O vakit her şey önemini yitiriyor ve tamamen “duygusallık” ön plana çıkıyor. Bütün trafolar bu ikili için elektrik nakletmeye başlıyor. Yaş yetmiş iş bitmiş hikâyesi de alınan yüksek volttaki elektrik sayesinde hücre yeniliyor. Annem bu yaştaki insanların “Elektrik alamadım.” gibi sözlerini dinleyince “ Allah seni bildiği gibi yapsın! Bu yaşta alacağın elektrik senin şartellerini attırır. Bak sen buna! Bir de neler istiyor?” diye söylenip duruyor. Acaba annemi de oraya yollasam mı? Şöyle evi, arabası olan annemi taşıyabilecek “sırtında”, spor yapan bir cici baba bulabilir mi? Ama annem burcunu bilmiyor. Annesi bir kış günü doğduğunu söylemiş. O yüzden hiçbir zaman uyumlu bir eşe sahip olamayacak.
Bundan sonra sevgilinizden ayrılmak için bahane bulmanıza gerek kalmadı. “Seni çok seviyorum ama birlikte olmamıza burçlarımız mani oluyor. Burçlarımız utansın!” dediniz mi iş tamamdır. Eşinizle kavga ederken bile bunu kullanabilirsiniz. “Aslında seninle kavga etmek istemiyorum ama buna sebep olan senin annen. Ay! Annen değil burçlarımızzzzzz… Ben yapmadım burçlar yaptı.
Valla ben bu işi çok sevdim. Burçların neden olduğu bir yığın bahane üretebilirim. Mesela mı? Buyrun:
—Hayatım, ekonomik olarak çok zor durumda olduğumuzu biliyorum. Kahretsin ki sık sık değişiklik yapma isteği olan bir burca sahibim.
—Aslında anneni çok seviyorum. Anlaşamamamızın tek nedeni burç uyuşmazlığı… Hırrrr…
—Canım, seni aldattığıma mutlu olduğumu mu zannediyorsun? Aşk adamı olmam benim hatam değil. Beni bu hale getiren taşıdığım burcun yaptırımları!
—Eğer her girdiğim işten atılıyorsam bu benim başarısızlığımdan kaynaklanmıyor. Burcum emir altında çalışmamı engelliyor.
—Çok zeki, lider ve girişimci olmam suçsa bu suç tamamen burcuma ait.
— Bugün işe gidemem. Mars’ın olumsuz çekim gücü beni kuşatmış durumda.
—Yemek davetini kabul etmek isterdim ama burcum bu aralar sanatsal olaylarla “Ressamla çıkacam leynn!” ilgilenmemi öneriyor.
—Hâkim Bey, şiddetli burç çatışması içindeyiz! Lütfen bizi boşayın.
—Baba, sınıfta kaldım. Kızmadan önce lütfen beni dinle. Venüs’ün çalkantılı durumu başarısız bir yıl geçireceğimi zaten sene başında söylemişti.
Gördüğünüz gibi ne hayalin nede bahane üstüne bahane üretmenin sınırı var. Artık biz de yeni modaya uymak zorundayız. Karşındaki adamdan daha iyilerine layık olduğunu mu düşünüyorsun? O zaman “Elentürük alamadım.” de ve gerilim hattına doğru yol al. “Beni taşıyamadı.” mı diyorsun? “Öküz gibi yersen olacağı buydu!” derim ama formata aykırı olur. O yüzden format gereği seni taşıyabilecek cebü güçlü, guvvetlü, gaslu ve de jiplü birine doğru yelken açmanın en güzel yolu “Beni taşıyabilecek birini arıyorum.”demek olur. Diğer bütün davranışların için de burçları suçlayabilirsin. Her amaca hizmet etmekte… Yeter ki sorumluluk alma!
Bu yazımı da annemden seçme incilerle bitirmek istiyorum. Ayyy!… Galiba yine ayıpçı bir laf yazacağım.
“ Osuruklu döte arpa ekmeği bahane!”
Ama böyle ayıpçı olmak benim suçum değil ki! Bunları bana burcum yazdırıyor. Ben ister miydim böyle ayıpçı sözler yazıp sizleri utandırmayı?
_Evet isterdim. Hahayttt…
Allah’ım ruhumu kötü bir burç istila etti.
Burçların gücü adına!
Suçsuzum, suçsuzum, suçsuzum!
24 Kasım’da kutlanacak Öğretmenler Günü öncesinde Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı ve Valiliklere gönderdiği yazıda, öğretmenlere pahalı hediye alma yasağı getirmiş. Başbakanlık ve MEB, öğretmenlere ‘altın ve pahalı hediyeler yerine çiçek, kitap gibi sembolik hediyeler’ alınabileceğini belirtmiş.
Böylece, yılda bir parsayı toplayan öğretmenin de işine taş konmuş oldu. İyi de oldu! Öğretmenler Günü ayağına, akrabalarını işe yerleştiren, çocuğuna yurt dışında eğitim hakkı sağlayan, kooperatif zengini eden eğitimciler, bakalım şimdi ne yapacak?
“Baba, ben patlamış değil haşlanmış mısır satmak istiyorum!” diye ağlayan çocuğuna mısır haşlayıp sattıran, likit yumurta ile köşe olmaya çalışan öğretmenim, bu sözleşme ile tam anlamıyla şapa oturmuş durumda.
Daha geçenlerde oğluna kâğıttan gemi yapıp ticarete atılmasını sağlayan öğretmen arkadaşımı, ikinci gemi için kırtasiyeden mukavva alırken gördüm! Deli gibi çalışıp ikinci gemisini bitirmeye çalışıyordu. Böylece, “Öğretmenler Günü’nde hediye edildi. Ne yapsaydım? Hediyeyi geri mi çevirseydim?” diyecek.
Bugün içimden geldi; öğretmenlerin bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökeceğim.
Mesela bazı arkadaşlar, sınıfta ön sıraları ücretli hale getirmiş. Efendim, dersi ön sıradan izlemek 500 YTL, ,ikinci sıra 400 diye fiyat koymuş! Tapu için de sınıf defterinin arasına rüşvet pardon “BAHŞİŞ” bırakıyorlarmış! ( Hiç böyle değillerdi! Acaba bunlar kimi örnek alıyor?)
Bazıları da Öğretmenler Günü’nde gelen altınlarla kuyumcu dükkânı açmış. (Yaaaa! )... Savunmasında, “Burası kayınpederimin! Bizimle ilgisi yok.” diyormuş.
…
Bu anlattıklarım, hepimize ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi? Hatta kanıksadık bile… Böyle bir haberi duyunca, “ Aman! Ne var bunda? Her zaman yaptıkları şey…” demiyor muyuz? Üzerinde fazla konuşmaya bile değer görmeyip gündemi başka tarafa kaydırmıyor muyuz?
Güçlüyle uğraşmaktansa güçsüzü ezmek, egomuzu daha fazla tatmin ediyor. Canın birine çatmak mı istiyor, konu sıkıntısı mı çekiyorsun? Hiç üzülme! Çıkar sandıktan öğretmeni, başla yazmaya… Aşağıla, yerin dibine sok, ağlak, kültürsüz, sapık, yetmedi dayakçı de! Destekli olsun diye de anılarından birkaçını “doğru, yanlış fark etmez” döktürdün mü değme keyfine… Yetmezse araya adamlarını sokup sürgüne yolla. Bak o zaman kendini nasıl kuş gibi hafif hissedeceksin. Hatta yazın, en çok okunanlarda baş köşede yer alacak. Günlerce yazının okunmasını sağlamış ve adından da söz ettirmiş olacaksın.
Unutulan bir şey var ki biz bu ülkede 800 bin kişiyiz. Şimdiye kadar öğretmenler hakkında birçok şey yazılıp çizildi. Her meslekte, etik davranışlar sarf etmeyen olduğu gibi, bizde de vardır dedik. Kınadık! Ancak rüşvet kelimesinin lügatimize girmesine bile asla izin vermedik, vermeyeceğiz de.
Gelelim Öğretmenler Günü’nde gelen hediyelere… Şahsım adına söylemem gerekirse, selpak mendil dışında bu bahsi geçen hediyelerden bir tane bile almadım. “Alan yok mu?” diye sorduğunuzda cevabım “Var!” olacak. Ancak hiçbir öğretmen, “Bana altın alın.” demez, dememiştir de…
Bunu organize eden, Sınıf Aile Birliği Başkanı'ndan başkası değildir. Veliler kendi arasında böyle bir yarış içine girmiş durumdalar. Bu durumdan mesul olan öğretmen değil, asıl kendilerinin ne kadar varlıklı olduğunu ispatlama çabasında olan veliler. Ayrıca bahsi geçen hediye olayı da her okulda karşılaşılan bir durum değildir.
Sürekli, “Hediye götüremediğim için öğretmen beni sevmedi!” tümceleri de 800 bin öğretmene mal edilemez. Öğretmenlik, masa başında oturup, çalakalem sallamaya benzemez! Bu işi yapmak, müthiş bir sabır ve yürek ister. Hem de öyle bir yürek ki eve geldiğinizde konuşmaya bile takatinizin kalmayacağı kadar…
Sormak lazım; her Eylül ayında, kayıt parası vermekten iflahı sökülüp de, ''iyi okul'' diye adlandırılan okullara çocuklarını kaydettirmek için araya onca torpil sokarak fahiş meblağlar veren, hak yiyen insanları niçin etik buluyorsunuz?
''Rüşvet'' kelimesinin ''bahşiş''e çevrildiği bu düzende, yatlar, katlar ve gemicikler alınırken, öğretmene gelecek olan hediyenin derdine düşüp bizleri aşağılamak çok mu etik?
İmza atmamız isteniyor, öyle mi? Atarız! Ancak bu imzayı Türkiye Cumhuriyeti’nde çalışan tüm kamu görevlileri de atmalı! Yiyorsa tabii...
Unutmayın!
Bizler, elimizde Deniz Feneri değil meşale taşıyoruz.
İki genç birbirini ölesiye severken, yaşamın olmazsa olmazlarından olan kötü kader de sinsice ağlarını bir ters iki düz şeklinde örmeye başlar. Tabiki de bu model, ileride tecrübenin lastik kısmını oluşturacaktır. Onlar, genellikle ormanda buluşup yeni doğmuş keçi yavrusu misali, o ağaç senin bu ağaç benim “Yakaladım seni!” diye artmış libidolarını koşarak dindirmeye çabalaya dursunlar, bizim kötü kader diye nitelendirdiğimiz ağ örücü, bu iki gence beş şişten çorap örmeye başlamıştır bile… Kimine göre başlarına geçirmek için kimine göre de, ormanda tepinirken ayaklarını korumaları içindir. Nihayetinde oğlak misali koşmasanız da herkesin illaki bir ilk aşkı olmuştur.
Hani mesaj yerine mektupların yazıldığı, birbirine en romantik şarkıların hediye edildiği dönemlerden bahsediyorum. En mahrem anların yatakta değil parkta elele gezmek olduğu, karşısındakini söğüşlemekten ziyade bir simidi paylaşmanın hazzına varıldığı yıllardan…
Kısacası şu zamanda olmayan ama bundan yirmi otuz sene önce yaşanan gerçek bir aşktan bahsetmek istiyorum.
Birbirlerini görmeyeli tam tamına yirmi koca yıl geçmişti. Nice fırtınalar atlatılmış, yaralanmış ve yaralamışlardı. Nefret edilmiş, nefret eden olmuşlardı. Her şey ama her şey değişmişti. Değişmeyen tek şey o iki gencin yıllar önceki aşkıydı. Çünkü anılarını o kadar derinde saklamışlardı ki kimse kirletememişti. Bu geçen yıllar içinde adlarını bile sesli telaffuz etmemişlerdi. Korktukları tek şey, saf ve masum anılarının kirletilmesiydi.
Ayrı geçen yıllarda“Kim kimi daha çok anımsadı?” bu bilinmez ama bilinen bir şey var ki ne zaman genç bir çift görseler, yürekteki tozlu sevda akla gelir ve dudaklardan dökülen tek dua “Dilerim, onların aşkı da anımsandığında mutluluk verecek kadar güzel geçer." olurdu.
Birlikte oldukları dönemde o kadar çok yürümüşlerdi ki, onları görenler dolmuşa binecek paralarının olmadığını düşünmeye bile başlamıştı. Halbuki onlar için yürümek, birlikte geçirilecek zamanı uzatmaktı.
Geçen onca zamandan sonra, tesadüfen belki de istedikleri için elleri birbirine dokunmuş, sıcak bir dokunuş ve terleyen eller unutulmaz anın ilk kareleri olmuştu. Artık zaman durmuş yürekleri ellerinde atmaya başlamıştı.
Sonra…
Yani yine aylar sonra, bir kış günü değdi dudaklar birbirine… Öpüşmek bumuydu sahi? Nafile… Yapılan tüm tembihler firardaydı.
Ayrı geçirdikleri anlar, onlar için kara zindandaki prangalı mahkûm misaliydi. Küçük bedenlerine o kadar büyük bir sevda yüklemişlerdi ki bunun altında ezilmeye hatta birbirlerini ezmeye başlamışlardı. Artık, aşkları ızdırap çekiyordu. Hayatta her türlü acıya katlanabilirlerdi ama aşklarının ızdırabına asla…
Her ikisi de bu duruma kahroluyor ve aşklarını kurtarmak adına ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Kolay değildi, kolay olmadı da…
Bunu yapmak erkeğe düşmüş ve her söylediği sözle sevdiğinin yüreğini istemeyerek de olsa paramparça etmişti.
…
Son kez eller birleşti ve esen soğuk rüzgara inat hiç ayrılmayacakmış gibi sarıldılar. "Ağlamak yok!" demişlerdi birbirlerine ama bu sözü tutmanın imkânı var mıydı?
Giden görmese de ardından bakan yaşlı gözler “Şimdi geri dönecek!” diye saatlerce yolunu bekledi.
Ne o gün nede o günden sonra bu söz hiç tutulmadı.Ve bu yüzden, onun adının evde anılması ve resimlerine bakılması yasaklandı. İki yıl sonra ikisi de üniversiteyi kazanmış ve hayata yeni sayfalarla başlamışlardı. Kızın aklına ne zaman sevdiği düşse herkesten sakladığı kaseti çıkarıp, sevdiğinin sesini dinler ve için için ağlardı. Yılların geçmesi ile resimler ve kaset bir kutuya mahkûm olmuştu. Özgür olan tek şey yüreklerde gizlenen aşk anılarıydı.
Tekrar âşık olmuş, sevmiş ve sevilmişlerdi. Terk etmiş ve terk edilmişlerdi. Ancak hiçbir zaman, o eski aşkın yerine geçebilecek bir aşk yaşamamışlardı. Terk edilmeler ve terk etmeler de artık manasını yitirmişti. Kısacası ilk aşkın kutsallığı bir kez daha benzersizliğini kanıtlamıştı.
Evet, birbirlerini görmeyeli tam yirmi yıl olmuştu. Ve bir gün, bu hikâyeyi dinleyip etkilenen bir arkadaşları sayesinde en beklenmedik anda teknolojinin nimetlerinden sayılan msn de karşılaşmış, hayalini bile kurmaya cesaret edemedikleri bir olayın içinde buluvermişlerdi kendilerini… Onca yıldan sonra “Ne denir? Nasıl hitap edilir?” diye düşünmeye bile fırsatları olmamıştı. Olsa bile bu durum karşısında nasıl bir hazırlık yapılırdı ki?
Onlar, artık aynı kişi değillerdi. Konuşması gereken, yüreklerinde sakladıkları aşklarıydı. Yıllardır saklanan emanet, kutsal bir törenle iade ediliyor gibiydi. Her paylaşım biraz daha yürekleri hafifletiyor ve anıların hatırlanmasıyla tekrar aynı yıllara bir nebze olsun dönülüyordu.
Aslına bakarsanız, nasıl ve niçin ayrıldıklarının hiç mi hiç önemi yoktu. Din, dil veya etnik köken… Sebebi ne olursa olsun, onlar aşklarını bu güne kadar korumuş ve ölene dek koruyacaklardı. Ve bunun korunması için gerekirse bir yirmi yıl daha aşklarını yüreklerinde saklayacaklardı.
En azından buna kendi adıma söz verebilirim…