İki genç birbirini ölesiye severken, yaşamın olmazsa olmazlarından olan kötü kader de sinsice ağlarını bir ters iki düz şeklinde örmeye başlar. Tabiki de bu model, ileride tecrübenin lastik kısmını oluşturacaktır. Onlar, genellikle ormanda buluşup yeni doğmuş keçi yavrusu misali, o ağaç senin bu ağaç benim “Yakaladım seni!” diye artmış libidolarını koşarak dindirmeye çabalaya dursunlar, bizim kötü kader diye nitelendirdiğimiz ağ örücü, bu iki gence beş şişten çorap örmeye başlamıştır bile… Kimine göre başlarına geçirmek için kimine göre de, ormanda tepinirken ayaklarını korumaları içindir. Nihayetinde oğlak misali koşmasanız da herkesin illaki bir ilk aşkı olmuştur.
Hani mesaj yerine mektupların yazıldığı, birbirine en romantik şarkıların hediye edildiği dönemlerden bahsediyorum. En mahrem anların yatakta değil parkta elele gezmek olduğu, karşısındakini söğüşlemekten ziyade bir simidi paylaşmanın hazzına varıldığı yıllardan…
Kısacası şu zamanda olmayan ama bundan yirmi otuz sene önce yaşanan gerçek bir aşktan bahsetmek istiyorum.
Birbirlerini görmeyeli tam tamına yirmi koca yıl geçmişti. Nice fırtınalar atlatılmış, yaralanmış ve yaralamışlardı. Nefret edilmiş, nefret eden olmuşlardı. Her şey ama her şey değişmişti. Değişmeyen tek şey o iki gencin yıllar önceki aşkıydı. Çünkü anılarını o kadar derinde saklamışlardı ki kimse kirletememişti. Bu geçen yıllar içinde adlarını bile sesli telaffuz etmemişlerdi. Korktukları tek şey, saf ve masum anılarının kirletilmesiydi.
Ayrı geçen yıllarda“Kim kimi daha çok anımsadı?” bu bilinmez ama bilinen bir şey var ki ne zaman genç bir çift görseler, yürekteki tozlu sevda akla gelir ve dudaklardan dökülen tek dua “Dilerim, onların aşkı da anımsandığında mutluluk verecek kadar güzel geçer." olurdu.
Birlikte oldukları dönemde o kadar çok yürümüşlerdi ki, onları görenler dolmuşa binecek paralarının olmadığını düşünmeye bile başlamıştı. Halbuki onlar için yürümek, birlikte geçirilecek zamanı uzatmaktı.
Geçen onca zamandan sonra, tesadüfen belki de istedikleri için elleri birbirine dokunmuş, sıcak bir dokunuş ve terleyen eller unutulmaz anın ilk kareleri olmuştu. Artık zaman durmuş yürekleri ellerinde atmaya başlamıştı.
Sonra…
Yani yine aylar sonra, bir kış günü değdi dudaklar birbirine… Öpüşmek bumuydu sahi? Nafile… Yapılan tüm tembihler firardaydı.
Ayrı geçirdikleri anlar, onlar için kara zindandaki prangalı mahkûm misaliydi. Küçük bedenlerine o kadar büyük bir sevda yüklemişlerdi ki bunun altında ezilmeye hatta birbirlerini ezmeye başlamışlardı. Artık, aşkları ızdırap çekiyordu. Hayatta her türlü acıya katlanabilirlerdi ama aşklarının ızdırabına asla…
Her ikisi de bu duruma kahroluyor ve aşklarını kurtarmak adına ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Kolay değildi, kolay olmadı da…
Bunu yapmak erkeğe düşmüş ve her söylediği sözle sevdiğinin yüreğini istemeyerek de olsa paramparça etmişti.
…
Son kez eller birleşti ve esen soğuk rüzgara inat hiç ayrılmayacakmış gibi sarıldılar. "Ağlamak yok!" demişlerdi birbirlerine ama bu sözü tutmanın imkânı var mıydı?
Giden görmese de ardından bakan yaşlı gözler “Şimdi geri dönecek!” diye saatlerce yolunu bekledi.
Ne o gün nede o günden sonra bu söz hiç tutulmadı.Ve bu yüzden, onun adının evde anılması ve resimlerine bakılması yasaklandı. İki yıl sonra ikisi de üniversiteyi kazanmış ve hayata yeni sayfalarla başlamışlardı. Kızın aklına ne zaman sevdiği düşse herkesten sakladığı kaseti çıkarıp, sevdiğinin sesini dinler ve için için ağlardı. Yılların geçmesi ile resimler ve kaset bir kutuya mahkûm olmuştu. Özgür olan tek şey yüreklerde gizlenen aşk anılarıydı.
Tekrar âşık olmuş, sevmiş ve sevilmişlerdi. Terk etmiş ve terk edilmişlerdi. Ancak hiçbir zaman, o eski aşkın yerine geçebilecek bir aşk yaşamamışlardı. Terk edilmeler ve terk etmeler de artık manasını yitirmişti. Kısacası ilk aşkın kutsallığı bir kez daha benzersizliğini kanıtlamıştı.
Evet, birbirlerini görmeyeli tam yirmi yıl olmuştu. Ve bir gün, bu hikâyeyi dinleyip etkilenen bir arkadaşları sayesinde en beklenmedik anda teknolojinin nimetlerinden sayılan msn de karşılaşmış, hayalini bile kurmaya cesaret edemedikleri bir olayın içinde buluvermişlerdi kendilerini… Onca yıldan sonra “Ne denir? Nasıl hitap edilir?” diye düşünmeye bile fırsatları olmamıştı. Olsa bile bu durum karşısında nasıl bir hazırlık yapılırdı ki?
Onlar, artık aynı kişi değillerdi. Konuşması gereken, yüreklerinde sakladıkları aşklarıydı. Yıllardır saklanan emanet, kutsal bir törenle iade ediliyor gibiydi. Her paylaşım biraz daha yürekleri hafifletiyor ve anıların hatırlanmasıyla tekrar aynı yıllara bir nebze olsun dönülüyordu.
Aslına bakarsanız, nasıl ve niçin ayrıldıklarının hiç mi hiç önemi yoktu. Din, dil veya etnik köken… Sebebi ne olursa olsun, onlar aşklarını bu güne kadar korumuş ve ölene dek koruyacaklardı. Ve bunun korunması için gerekirse bir yirmi yıl daha aşklarını yüreklerinde saklayacaklardı.
En azından buna kendi adıma söz verebilirim…
..."Halbuki onlar için yürümek, birlikte geçirilecek zamanı uzatmaktı."...
Offf ipek nereden vurdun sabah sabah biliyormusun?
En vefalı arkadaşımı üzmek istemezdim ama eski anıarı hatırlamaktan da zarar çıkmaz diye düşünüyorum. Geçmişte yaşana güzellikleri analım ki geleceğe de umutla bakalım. Saygılar...