TARİKATTEN CEMAATE
YazanTarikatlardan konu açılmışken bizzat kendi yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Bulunduğum yerde adı yine önemli olmayan bir cemaatin hem öğrenci yurtları hem de dershaneleri var. Herkesin kafasında hangi cemaat olduğu canlanmıştır herhalde…
Bundan üç yıl önce oturduğum evin giriş katına öğrenciler taşındı. Öğrenciliğin ne demek olduğunu bildiğim için iki gün sonra gidip kapılarını çaldım. Bir istekleri olursa hiç çekinmeden gelebileceklerini söyledim. Biraz utanarak beni içeri davet ettiler. Bende davete icabet ettim. İçeri girdiğimde evde oturacak bir somya bile yoktu. Yerde ince bir kilim, piknik tüpü ve birkaç tane mutfak eşyası vardı. Dördü de üniversite öğrencisi idi. İkisi ikinci sınıfta diğerleri ise son sınıftaydı. Muhabbeti, yapılan çayla birlikte iyice koyulaştırmıştık. Daha önce nerede kaldıklarını sorduğumda cemaatin yurdunda olduklarını söylediler.
Bu evin haline bakınca, burayı cemaat tutmuş olamazdı. Çünkü nasıl evler tuttuklarını biliyordum. “Peki şimdi neden orda olmayıp, kendi başınıza ev tutunuz?” Diye sorduğumda, kızlardan biri gözleri dolarak kendisinin anlatmak istediğini söyledi.
“Ablacığım, ben fakir bir ailenin kızıyım. Biz dokuz kardeşiz. Babam hamallık yaparak ekmeğini kazanıyor. Ben ilköğretim dönemine kadar annemin yaptığı tatlıları sattım. Öğretmenlerim olmasaydı okuyamazdım. Üniversiteyi kazanınca eşyalarımı koyacak bir valizim bile yoktu. Hoş eşyada yoktu ya… Babamla bit pazarına gidip, bana kıyafetler aldık. Şimdi ben böyle bir durumda iken nerede kalabilirdim. Hangi yurt beni parasız alırdı. Böylece ben bu cemaatin yurduna gidip durumumu anlattım. Onlar da bana bazı sorular yönelttiler. Ben bu soruları başarı ile geçince yurda alındım. Zaten namaz kılıyordum. Ama başım açıktı. Ancak her şey dışardan göründüğü gibi değilmiş.
Fakir her yerde fakirmiş. Sürekli görevler veriyorlardı. Yardım eden ailelerin çocuklarına mecburi olarak ders vermemizi istiyorlardı. Birde bağlı olduğun ablan vardı. Abla dediysem yaşça büyük biri değil. Sadece ast-üst ilişkisi. O sana bugün neler yaptın? Kaç kere nafile namazı kıldın. Şu kitabı okudun mu? Kimlerle konuştun? Diye hesap soruyordu. Her seferinde de yurt görevlileri çağırıp, bizim zaten parasız kaldığımızı hatırlatıyordu. O yüzden şikayet etme hakkına sahip değildik. Televizyon yasaktı. Farklı kitapları okumak, başta günah sonra yasaktı. Hafta da bir iki kez kendi seçtikleri filmleri izletiyorlardı. Okulda bağlı olduğumuz cemaate insan çekmek için bilgiler veriliyordu. Birde ayda bir ağabeyler geliyordu. Bizler onların karşısına geçip neler yaptıklarımızı anlatmak zorunda idik. Ben erkeklerin önüne çıkmak günah değil mi? Dediğim zaman, “Onlar dışarıdaki erkekler gibi değil. Size kötü gözle bakmazlar.” deniliyordu. Yurtta kaldığın arkadaşlarınla fazla samimi olamazdın. Yani sürekli konuştuğun, anlaştığın, dost dediğin biri olamaz. Bu arada sigara ve erkek arkadaşın lafı bile olamaz. Sokakta sınıf arkadaşınla konuşsan, yurda gittiğinde çağırılıp sorguya çekiliyordun. Ben yurttan çıkmadım. Atıldım. Hem de bir akşam vakti, nereye gidersen git dendi. Sebebi ise; yaz kursuna kalmam istendi. Yazın aileler bu kurslara çocuklarını yollarlar. Bizlerde eve gitmeyip onlara dini eğitim ve okuduğumuz bölümlere göre derslerinde yardımcı oluruz. Ailem kursa kalmama izin vermedi. Bunu yurt görevlisine söylediğimde bana “O zaman ailene yalan söyle.” dendi. Hani yalan günahtı dediğimde, “Sen hayırlı bir şey yapacaksın. Ailen senin sevap işlemeni engelliyorsa yalan söylemek mübahtır.” dedi. Uymayıp gittiğim içinde beni yaz dönüşü attılar. Bu kız nerede kalır? Diye düşünmeden kapının önüne koydular. Zaten olayları sorguladığım için atılacağımı biliyordum. Çünkü orada soru yasak, koşulsuz itaat vardı. Hal böyle olunca benim gibi düşünen dört arkadaşla bu evi tuttuk. Şimdi buradayız…
Ellerim soğuk soğuk terliyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. İlerleyen zamanlarda öğrendiklerim ise çok daha hayret verici idi. Bu kızlar bir yıl yurtta kalabiliyorlarmış. Daha sonra cemaat evlerine naklediliyor. Ev dediysem aklınıza virane bir yer gelmesin. Dayalı döşeli, mutfağında bulaşık makinesine, kaloriferine varıncaya kadar olan evler tutuluyor. Her evin bir ev ablası var. O kızlardan sorumlu. Onlar da bir üstüne diye böyle sıralanıyorlar. Evlere öğrenciler geliyor. Bu kızlar onlara derslerinde ve dini eğitimlerinde yardımcı oluyorlar. Kendi dersleri ise son planda. Dördüncü sınıfa geldiklerinde kızlara birer fotoğraflı form doldurtuluyor. Bu formda nelerden hoşlandıkları, yaş boy, kilo, ne kadar kitap okudukları, özel zevkleri, nasıl biri ile evlenmek istedikleri gibi sorulara cevap veriyorlar. Sonra bunlar karşılaştırılıp uygun birkaç eş adayı seçiliyor. Farklı illerden abla ve ağabeyler aracılığı ile görücüye geliniyor. Kızın ailesine değil tabi. Bu kişiler kızın bağlı bulunduğu bölge temsilcisine geliyor. Kız kabul etmezse başka seçenekler sunuluyor. Başka bir cemaatten veya tarikattan olan evlilikler kabul edilmiyor; ihraç ediliyorlar. Bu kızlar okulu bitirince devlet memuru olarak atanmalarına izin verilmiyor. Eğer devlette çalışacaksan atılıyorsun. Onların belirledikleri dershanelerde çalışmanız gerek.
Gelelim benim kızlara... Onlarla iki yıl birlikte yaşamımızı sürdürdük. Emin olun hiçbir şeye ihtiyaçları olmadı. Bunları anlatan manevi kardeşim şu an Malatya’da İngilizce Öğretmeni olarak göreve başladı. Bir de erkek arkadaşı var. Eylülde evleneceklermiş. Diğerleri ise farklı illere atandılar. İbadetin cemaat tekelinde olmadığını anladılar. Hala hepsi namazında ve ikisi tesettürlü. Şu an sadece başları örtülü, beyinleri değil.
Hani iyilik karşılıksız yapılmalıydı? Bir elin verdiğini diğer el görmemeliydi? hani hangi şartlarda olursa olsun yalan söylemek günah değilmiydi? Ailenin rızası olmadan o kızları birileri ile evlendirmek kimin haddine düşer? Hele hele o kızı akşam vakti sokağa atmak hangi inanca sığar?
Aslında bana verecekleri cevabı biliyorum. "Ey kuş beyinli, onlar dine hizmet ediyorlar. Sen anlamazsın." Dediler ve diyeceklerde...
Evet, haklılar. Benim kuş beynim sizi hiç anlamayacak. Keşke sizde de kuş kadar beyin olsa...